HÂCE AHMED YESEVİ -2
MENKIBELERİ:
Hâkim Süleyman Ata
Ahmed Yesevî hazretleri, vakitlerini üçe ayırırdı. Günün büyük bölümünde ibadet ve zikirle meşgul olurdu. İkinci kısmında talebelerine zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi. Üçüncü bölümünde ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta kaşık ve kepçe yaparak bunları satardı.
Hâce Ahmed Yesevî bir gün dergâhının önünde oturuyordu. Yoldan geçmekte olan bir grup çocuk gördü. Câmiye veya medreseye Kur’ân öğrenmek için giden bu çocuklar Mushaflarını bir kılıf içine koymuş ve boyunlarından aşağı sarkıtmışken, içlerinden bir tanesi Kur’an’a olan saygısından dolayı Mushaf’ının başının üzerinde taşıyordu. Ayrıca medreseden evine dönerken hocasının bulunduğu tarafa sırtını dönmemek için geri geri yürüyerek gidiyordu. Bu durumu gören Ahmed Yesevî o çocuğa:
“Oğlum! Hocandan, anne ve babandan izin al, senin dinî eğitimini ben vereyim.” dedi. Çocuk gerekli izinleri alıp Yesevî’nin dergâhına geldi. Uzun yıllar dinî eserler okuyup ilim tahsil etti, ardından tasavvuf eğitimi alıp maneviyatta ilerledi. Bu çocuğun adı Süleyman idi.
Bir gün Hâce Ahmed Yesevî, Süleyman ve diğer birkaç arkadaşını odun toplamak için kıra gönderdi. Gelen odunlarla yemek pişirilecek ve dervişlere, talebelere ve misafirlere ikram edilecekti. Çocuklar odun getirirken yolda yağmur yağmaya başladı. Süleyman cübbesini (paltosunu) çıkarıp odunlara sardı. Dergâha geldiklerinde diğer çocukların getirdiği ıslak odunlar yanmazken Süleyman’ın kuru odunları yandı. Bunun üzerine Hâce hazretleri:
“Sen ince düşünceli yani hikmetli bir iş yapmışsın. Bundan sonra senin adın Hakîm Süleyman olsun.” dedi. Sonraki yıllarda hocası Ahmed Yesevî’den icazet (diploma) alan ve Bakırgan denen bölgede yerleştiği için Süleyman Bakırganî adıyla da anılan bu zât, daha ziyade Hakîm Ata diye meşhur hak dostlarının büyüklerinden olmuştur.
Hızır (as) ile Dostluğu
Geçimini tahta kaşık yontup satmakla temin eden Ahmed-i Yesevî hazretleri, zamanını büyük ölçüde ibadet ve irşatla geçiriyordu. Şöhreti arttıkça sevenleri de artıyor, hakkında çeşitli kerametler rivayet ediliyordu. AHMED-İ YESEVÎ Hz. Hızır (as) ile daimi sohbet halinde idi. Hz. Hızır kendisine, “Her gün yedi iklimde yedi defa musâhib (sohbetleşecek dost) ararım, fakat senden daha kabiliyetli ve gerçek bir musâhibe rastlamadım” demişti.
Cennetten Gelen Hurma
Peygamber Efendimizin ﷺ kutlu savaşlarından birinde, yiyecek bulamayan sahabe, O’nun huzuruna gelerek, yiyecek istediler. Peygamber Efendimiz ﷺ dua etti. Onun duası üzerine Cebrail (as) cennetten bir tabak hurma getirdi. Peygamber Efendimiz ﷺ ve ashabına getirilen bu hurmalar dağıtılırken bir tanesi yere düştü. Bunun üzerine Cebrail (as) Peygamber Efendimize ﷺ hitaben:
-Ey Allah’ın Resulü! Yere düşen bu hurma, gelecekte, sizin ümmetiniz olarak doğacak Ahmet Yesevî’nin kısmetidir, dedi.
Öyle ise bu emanet, sahibine ulaştırılmalıydı. Peygamber Efendimiz ﷺ, hurmayı Arslan Baba’ya teslim etti. Ahmet Yesevî’yi nerede, nasıl bulacağını; onun eğitimi ile ilgilenmesini buyurdu. Bu hususta, ona yardım etmesi için Allah’a dua etti. Bu duanın bereketiyle uzun yıllar yaşayan Arslan Baba, bir taraftan da Ahmet Yesevî’yi arıyordu. Bu maksatla Türkistan taraflarına gitti. Uzun araştırmalar sonunda, yıllar önce tarifi verilen çocuğu, bir sabah medreseye giderken buldu. Çocuğu selamladı. Arslan Baba’nın selamına mukabelede bulunan çocuk:
–Ey Baba! Emanetimiz nerededir? Diye sordu.
Arslan Baba çocuğun bu beklenmedik sorusu karşısında şaşırdı. O’na:
-Sen bu emaneti nerden biliyorsun? dedi.
Çocuk:
-Allah, o emanetin sırrını, bana bildirdi, karşılığını verdi.
Karşısındaki çocuğun Ahmet Yesevî olduğundan şüphesi kalmayan Arslan Baba, ilk günkü tazeliğini koruyan hurmayı çocuğa teslim etti. Onun manevî terbiyesini üzerine aldı.
Çilehane
Hâce Ahmed Yesevî, çok sevdiği Hz. Peygamber’in 63 yaşında vefat ettiğini düşünerek kendisi de bu yaşa geldikten sonra yeryüzünde fazla dolaşmak istemedi. Vaktinin çoğunu dergâhında bir yeraltı odası şeklinde oluşturduğu çilehanesinde geçiriyordu. Önde gelen talebelerinden Seyyid Mansûr Ata bu çilehaneye ilk defa indiği zaman gördüğü manzaraya üzüldü. “Şeyhim bu dar yerde sıkıntı içindedir,” diye düşünerek ağlamaya başladı. O sırada gözünden perdeler açıldı, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, bir ucu batıda gördü ve içinden geçirdiklerinin yanlış olduğunu anladı.
…..
Tarikate şeriatsiz girenlerin,
Şeytan gelip imanını alır imiş.
İşbu yolu pirsiz iddia eyleyenleri,
Şaşkın olup ara yolda kalır imiş.
Tarikate siyasetli mürşid gerek,
O mürşide itikatli mürid gerek,
Hizmet kılıp Pir rızasını bulmak gerek,
Böyle âşık Hakk’tan pay alır imiş.
Pir rızası Hakk rızası olur dostlar,
Hakk Taâlâ rahmetinden alır dostlar,
Riyâzette sır sözünden bilir dostlar,
Öyle kullar Hakk’â yakın olur imiş.
İşbu yola ey kardeş pirsiz girme,
Hak yâdından bir an gâfil olup yürüme,
Mâsivaya -akıllı isen-, gönül verme,
Lânetli şeytan kendi yoluna salar imiş.
Şeriati, tarikati bileyim desen,
Tarikati hakikate ulayım desen,
Bu dünyadan inci ve cevher alayım desen,
Candan geçen seçkinleri alır imiş.
Aşık kullar gece gündüz aslâ dinmez;
Bir saati Hak yâdından gâfil olmaz,
Öyle kulu Sübhan Melik’im ziyanda bırakmaz,
Dua eylese, icabetli olur imiş.
Vah ne yazık, geçti ömrüm gaflet ile,
Sen bağışla günahlarımı rahmet ile,
Kul Hoca Ahmed sana yandı hasret ile,
Kendi kendisine kendisi yanıp yakılır imiş.
(Hâce Ahmed YESEVİ, Divan-ı Hikmet, 109.Hikmet)