Terim Tanım

Hizmet (خدمت) kelimesinin aslı Arapça olup “hademe” “خدم” “hizmet etti” fiilinin masdarıdır [1]. Kelime anlamı; birisinin bir işini görmek, ona yardım etmek, ihtiyacını gidermek, kulluk, görev gibi manalarda kullanılmaktadır[2]. Türkçede hizmet edene “hizmetçi-hizmetkâr” denilmektedir. Yine Osmanlı sultanları kendilerini “hadimul haremeyn” “haremin hizmetçisi” olarak tanıtmışlardır.  İslâm tarihine bakıldığında “İslâmın hizmetkârı” tabirini daha çok Türklerin ortaya koyduğu ve bu kelimeyi İslâmi kavram haline getirdikleri görülmektedir.

İslâmi kaynaklarda “hizmet” kavramı kurumsal olarak ele alınmamıştır. Fıkıh, tefsir veya hadis kitaplarına baktığınızda böyle bir konu başlığı bulamazsınız. Bu konu daha çok kulluk kavramı içerisinde yer alan ve “hizmet etmek” eylemini ifadeden öteye başkaca anlamlara sahip olmadığı görülmektedir. Bu sebeple kaynaklarda hizmet denilince daha çok Hakka layıkıyla yapılan kulluk akla gelmektedir. Malum olduğu üzere kullukta bireysel faaliyetler olduğu gibi toplumsal faaliyetler de vardır. Kullukta bireysel kurtuluş ön planda iken hizmette bireysel kurtuluş yanında toplumsal kurtuluş için çaba sarf etme vardır.

Tasavvufi terim olarak hizmet; rızayı ilahinin kazanılması için sarf edilen her türlü çabaya denilmektedir. Bu manada Allah için yoldan bir taşın kaldırılması, bir düşküne yardım edilmesi insanlığa hizmet iken diğer mahlûkata faydalı işlerin görülmesi de hizmet kapsamındadır. İslâm tarihinde konuya çok örnek bulunmaktadır. Susuz bir hayvana su veren kişinin bu hareketinin Cenâb-ı Hakkın hoşuna gitmesi, sarhoş birisinin yerden Kur’anı kerimin bir parçasını hürmeten alıp duvarın üstüne koyması gibi. Bu bireysel hareketler Hakkın hoşnutluğunun kazanılmasına vesile olunmuş örneklerden sadece birkaçıdır. Bu hareketlerin hepsini Hakka hizmet kapsamında değerlendirmek mümkündür. Ancak asıl hizmetin yaratılmışların en şereflisi olan insan için yapılan hizmet olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İnsanın ve insanlığın dini ve dünyasının kurtuluşu için yapılan her fiil gerçek hizmet olarak değerlendirilmektedir.

Bu manada Hâcegân yolunda hizmet konusu çok önemlidir. İnsanları Allah’a, Allah’ı da insanlara sevdirmek adına yapılan her meşru faaliyet hizmet olarak tanımlanmaktadır. Burada hizmet ehlinin bir ayağının Hakta, diğer ayağının insanlar cephesinde olması gereklidir. Zira Cenâb-ı Haktan gafil insanların avukatı mesabesinde olan hizmet eri, bu durumda Allah ile olan ilişkisini devreye sokarak “bu insanları Allah’a (cc)” sevdirme gayretine girecektir. Yine insanlar içerisinde yaşayan bu hizmet eri örnek yaşantısı ile bu sefer “insanlara Allah’ı (cc)” sevdirme çabasında olacaktır.

Bu ehemniyetli işi yapmak, hizmet eri olmak için insanın önce bir eğitimden geçilmesi gereklidir. Belli bir aşamadan sonra bu hizmete girişmelidir. İnsan önce hizmet almalıdır ki hizmeti görüp öğrensin ve tatbik etsin. Hâcegân yolunda hizmet için önce tâlim gereklidir. Sonra tâlim edilen şeyin tatbiki istenir. Ardından tebliğ ve irşadı da kapsayan hizmet gelir. Öyleyse hizmet bizim bildiğimiz gibi alelade bilmeden hemen yapılacak şey değildir. Hizmet için bir takım alt yapılar olmalıdır. Yoksa hizmet ediyoruz diye etrafı kırıp dökmeler başlar.

Hizmetin Şartları

Hizmette asıl amaç rızayı barinin tahsilidir. Hakkın hoşnutluğunun kazanılmasıdır. Bu rızanın nerede olduğu bilinmemektedir. Bu sebeple Kâinatta Cenâb-ı Hakla bağlantılı ne varsa bu rıza oradadır anlayışıyla insanın meseleye bakması gereklidir. Ancak insan Cenâb-ı Hakkın en keremli varlığı olduğu düşünüldüğünde insana hizmet üzerinde öncelikle durulması gereklidir.

Hemen belirtelim ki hizmet etmek bir marifet işidir. Herkes ev temizliği yapamaz. Bir temizlik anlayışının varlığı gereklidir. Bugün ticari hayatta hizmet sektörü denilen iş kolu bulunmaktadır. İşçilerin yer aldığı belli sanat veya mesleğin emekle icra edildiği iş kolu. İnşaat sektöründe sıvacılık yapacaksanız bu mesleğin inceliklerine vakıf olmak gerekecektir. “Ben her işten anların abi” mantığı ile hareket edildiğinde neticenin nereye vardığı malumdur. İş ele yüze bulaştırılıp, yarardan çok zarar verilmektedir. Demek ki hizmet için kişi bir takım eğitimler almadır. Bu eğitim sürecinde bir çıraklık dönemi, ardından kalfalık ve ustalık dönemleri olmalıdır.

Hakikatte hizmet etme duygusu vehbidir. Allah (cc) tarafından insana meccanen verilmiştir. Düşkün birisine yardım elinin uzatılması, yaralı bir hayvana müdahale edilip onun yarasının iyileştirilmesi çabası insanlığın ve merhametin gereğidir. Doğal olarak insanın içerisinde olan bir duygudur. Allah (cc) tarafından insana lütfedilmiştir.

İşte insanın, bu manevi donanımını dış dünyaya doğru ve faydalı aktarabilmesi için bir takım eğitimler alması gerekmektedir. Yaralı bir hayvanı nasıl tedavi edeceği hususu bir ilme tabidir. Bu ilmin tahsili gereklidir. İnsanın, hasta bir insanı iyileştirmesi için tıp ilmini bilmesi gereklidir. Bir kalp ameliyatı yapabilme kabiliyeti insana doğuştan verilmemiştir. Bu bir kuşun yuvasını yapması, bir örümceğin ağını örmesi kabiliyeti gibi değildir. Öyleyse insanın öze uygun hizmeti için eğitim görmesi şarttır.

Eğitimsiz de hizmet olur denilebilir. Ancak bu cümle asliyette doğru değildir. Dikkat edilirse İnsan, doğumundan itibaren bir eğitime ve hizmete tabi tutulmaktadır. Zahirde insanın ilk hizmeti annesi tarafından görülmektedir. İlk alınan eğitim “hizmet” tir.  İlk mürebbi annedir. Zahir seyru sulûk buradan başlar. Ancak hakikatte eğitimin ve hizmetin başlangıcı farklıdır. İnsan ilk eğitimini Cenâb-ı Haktan almıştır. İlk eğitim yine “hizmet” konusunda olmuştur. İnsan, yaratılma isteğiyle ve “ol” emriyle vücuda gelişinde ilk hizmetini almıştır. Bu hizmet ile eğitimi başlamıştır. Kendisine hizmet edildiği için de içi hizmet etme aşkı ile dolmuştur. Hizmet görerek büyüyen insanın iç âlemine bu hizmet etme ruhu adeta ilmek ilmek dokunmuştur. Hem de karşılıksız gördüğü hizmet karşısında, karşılıksız hizmet etme aşkı onun mayası olmuştur.

Tüm bu süreçlerden geçen insan, doğal olarak varlık sebebinin Hakka hizmet etmek olduğunu görür. Kişide bu bilinç doğuştan başlar ve gün be gün gelişip şekil alır. Bu şekil almada dış etkenler önemli rol alır. Bu durumu sevgili Peygamberimiz ﷺ; “Her doğan insan İslâm fıtratı üzerine doğar[3]” şeklinde ifade etmektedir. Hadisi şerifin devamında “daha sonra onu anne babası kendi dini üzerine yetiştirir” buyurmaktadır.

İnsanın içerisinde Hakka hizmet aşkı (kulluk) doğuştan gelir. Ancak çocuk bu hizmet edeceği şeyi zamanla değiştirebilir. Kişinin ailesi ve ortamı insanı değiştirebilir. Nefsini ve hevasını ilah edinen kişilerle beraber büyüyen insan o hizmet aşkını bu sefer nefsine, bencilliğine, hevasına kullanır. Aile ve bulunduğu ortamı malı veya parayı ilah edinmişse bu sefer insanın hizmeti mala veya paraya veya dünyaya olmaktadır. Bu aşamada kişi serbest bırakılmıştır. Kimi insanlar vardır ki cehennem gibi ortamda, bir gül gibi yetişmeyi becerebilmiş, kimi insanlar da peygamber oğlu olmasına rağmen Hakka hizmeti anlayamamıştır. Musa aleyhisselam firavunun sarayında ve kucağında yetişmesine rağmen Cenâb-ı Hakka sevgili bir kul olabilmiş, bunun yanında Nuh aleyhisselamın oğlu bir peygamber çocuğu olmasına rağmen Cenâb-ı Hakka isyan edip helak olmuştur.

Hadisi şeriften de anlaşılacağı üzere; genel olarak çevre faktörü kişinin yetişmesinde etkili olmaktadır. Çevre dediğimiz şey kişinin kendisinin dışında yer alan her şeydir. İnsanın yetiştirilmesine yön veren dış faktörler olumlu olabileceği gibi olumsuz faktörler de olabilir. İnsanı helaka götüren Cenâb-ı Hakla bağlantısını koparan her şey olumsuz, İnsanın Hakla bağlantısını sağlayan her şey de olumlu faktörlerdir.

Bu manada insana hizmet konusunda, insanın Hakla bağlantısını sağlamaya yönelik en büyük dış faktör; İnsana yapılabilecek en güzel dış müdahale; tebliğ ve irşaddır. Bu faaliyet insanın kurtuluşuna vesile olabilecek en büyük hizmettir. Öyleyse en büyük, en yüce, en kutsal hizmet; tebliğ ve irşaddır.  Peki, nedir bu en kutsal hizmet olan tebliğ ve irşad.

En Büyük Hizmet; Tebliğ (Buluğa Erme) ve İrşaddır (Buluğa Erdirme).

İnsanın yetiştirilmesi hizmeti, hizmetlerin en büyüğüdür. Zira “Bir insanın kurtuluşuna vesile olmak,  âlemin kurtuluşuna vesile olmak gibidir[4]” buyrulmaktadır. Bugün çevre dernekleri ve hayvan sever derneklerinin ilginç mücadelelerine şahit olmaktayız. Buzullara sıkışan bir balina için tüm maddi imkânlar seferber edilebiliyor. Helikopterler, vinçler, saatlerce canlı yayınlar, tüm insanlık bir hayvanın kurtuluşu için çırpınıyor adeta. Bir hayvanın kurtuluşu için bu kadar içten sarf edilen çabayı görünce insan hayrete düşüyor. Öte taraftan aynı insanların orta doğuda, Afrika’da hatta kendi içlerinde, kendilerinden olmayan insanların canlı yayınlarda öldürülüşlerine hiç tepki yok. Bu nasıl oluyor diye sormadan edemiyor insan. Nasıl bir insan ki bir hayvanın kurtuluşu için çırpınırken bir insanın öldürülüşüne tepkisiz kalıyor. İnsan, doğal olarak canlı bir varlığın öldürülmesine karşıdır. İşte insan, çevresi tarafından böyle canavarlaştırılabilmektedir.  Bu insan bu şekilde irşad ediliyor. Yahudi bir aileden gelen çocuğa anne ve babası ve kendi din adamları bu insanlar hayvanlardan daha aşağıdır. Bunların öldürülmesini dinimiz, haşa ki Allah (cc) emrediyor diyor. Masum yaratılış duyguları değiştiriliyor. İşte bu sebeple insanın yetiştirilmesi (irşadı) önemlidir.

İnsanı eğitmek için eğitilmiş olmak gereklidir. Cenâb-ı Peygamber ﷺ;  “beni Rabbim terbiye etti[5]” buyurmaktadır. Demek ki gerçek eğitimci gerçek tebliğci ve irşad edici Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisidir. Numune insan sevgili peygamberimiz ﷺ Cenâb-ı Hakkın tornasından çıkmış gerçek bir öğretmen, tebliğci ve irşad olmuş kişidir. Hani başta da belirtmiştik; hizmeti almayan hizmet edemez. Cenâb-ı Peygamber efendimiz de ﷺ hizmet etmeyi Cenâb-ı Haktan öğrenmiştir. İnsan nasıl terbiye edilir sözünün cevabı burada yatmaktadır.

Hâcegân büyükleri, insan yetiştirme yolunda hizmete seçilmiş insanın (insanı kâmilin) bidayetten nihayete, aşama aşama neler yaşadığını bizlere aktarırken en iç burkan aşamasının insanın Hakka vuslatından sonra o birlikteliği bırakıp insana hizmet için yeryüzüne dönmesi olduğunu belirtmişlerdir. Düşünün, bir hayat boyu yanıp yakıldığınız bir sevgiliye kavuşuyorsunuz, birlikte yaşama hayalleri kuruyorsunuz ancak geride kalan Allah’ın (cc) i’yallerini düşünerek yüreğiniz yaka yıkıla geri dönüyorsunuz. Ne için? İnsana hizmet için. Bu bölümü Hâcemden bir daha dinlemeye güç yetirebilir miydim bilemiyorum. Hani yanık sesli hak âşıkları var. Biz bu kişileri Hakka vuslat edememiş bu sebeple bağrı yanık âşıklar zannederiz. Oysa bu zaatlar; Hakka vuslat edip kendi iradeleri ile hizmet için dünyaya geri dönmüş ve Cenâb-ı Hak ile yaşadıkları o vuslat deminin neşvesi ve ayrılık ateşinin harı ile her an o demi mırıldayan kişilerdir.

Hâcegân pirleri, evliyanın derece derece olduğunu buyururlar. Birçok evliyanın Hakka vuslat ettiğini, ancak vuslattan sonra bir daha Cenâb-ı Haktan ayrılmadığını, insan içine çıkmadığını, yakaladığı manevi zevkten ayrılamadığını beyan ederler. Bu aşamadan sonra kâmil insan, aklı ile Cenâb-ı Hakkın muradını iyi algılayarak kendisinden vazgeçer ve gerçek rızanın Cenâb-ı Hakkın i’yali mesabesinde bulunan insanlara hizmet etmek, onları Cenâb-ı Hakka götürerek yaşadığı demi diğer insanlara da yaşatmak olduğunu bilir. Bu gayeyle vuslattan sonra içi yana yana toplum içine döner. Gerçek kemâl buradadır. Kim olsa sevgilisiyle beraber yaşam sürmek ister. Hakka vuslattan sonra kim dönmek ister ki. İşte hizmet vuslattan sonra başlar Hâcegân yolunda… Tam kavuştum derken hizmet uğruna başlar ayrılık… Başlar hasret… Bu dünyada kavuşmak diye bir şeyin olmadığı anlaşılır…

Gerçek kemâl vuslattan sonra hizmet için geri dönebilmektir” Bu söz duvarlara kazınacak bir sözdür. Vuslatta devamlı kalmak aslında bir nakısıyettir. Ben merkezlidir. Ancak burada insanın aklı devre dışı kalmaktadır. Kişi ben bundan böyle sevdiğimle beraber yaşayacağım. Gerisi beni ilgilendirmez diyebilir. Bu aşamada Cenâb-ı Hakkın bir müdahalesi olmaz. Ancak irşada ehil insan bu aşamada bile aklını yitirmez. Aşkını, sevdasını, duygusunu neyi varsa devre dışı bırakır ve Cenâb-ı Hakkın asıl muradını okur. Hizmete koşar. Zahirini halkın içine atar ancak vuslattaki demden taviz vermez. Kendisi hep vuslat halindedir. Çevresindeki insanları da hep o deme, vuslata teşvik eder.

Cenab-ı Peygamberi ﷺ, bizzat terbiye eden Cenab-ı Hak (cc) vuslattan sonra insanlığa bir nur olarak hizmete göndermiştir. Efendimizde ﷺ aldığı terbiyeyi bizzat insanlığa Haktan aldığı gibi aktarmıştır.

Bugün Peygamber ﷺ öldü diyenler için gerçekten çok üzgünüz. Mürebbileri ölmüş insanlar için ne denebilir veya ne yapılabilir ki? Kendi peygamberini öldürene bir daha nasıl öğretmen beğendirilebilir ki. Zaten kimseyi beğenmedikleri için hiçbir eğitici ve irşad ediciye ihtiyaç yok demektedirler. Oysa Hâcegân anlayışında Cenâb-ı Peygamber ﷺ Cenâb-ı Haktan aldığı terbiyeyi, hizmet anlayışını, aynısıyla ashabına, ashabından da Âlim, kâmil, sahih mirasçılarına aktararak bugüne kadar gelmiştir. Kendisi canlı ve diri olduğu gibi hizmeti de bugün canlı ve diridir. Bu nebevi hizmet, bugün devam ettiği gibi kıyamete kadar da devam edecektir.

İşte insanı yetiştirme çalışmasına kimi cemaatler hizmet demiş, kimi cemaatler irşad demişlerdir. Özde hizmetin ve irşadın temeli aynıdır. Tasavvuf meşrebi daha çok irşad kelimesini tercih etmiştir. İrşad faaliyetine hizmet demişlerdir. İrşad faaliyetini yapabilme gücüne sahip kişilere mürşidi kâmil denmiştir. Tasavvufi kavramlarda daha çok hizmetin esasının insan üzerine inşa edildiği görülmektedir. Zira İnsan irşad edilir. Hayvan irşad edilmez, bitkiler irşad olmaz. Bu sebeple irşad kavramında sapmalar yaşanmamıştır. Ancak hizmet kavramında, eksenin insan olması hususunda bazı sapmaların olduğu görülmektedir.

Bugün kimi cemaatlerce hizmet denilince “Kur’an kursu açmak”, “okul yaptırmak” “cami yaptırmak” gibi algılamaların olduğu, eksenlerin insan yerine binalar üzerine inşa edildiği görülmektedir. Hizmetin devamlılığı için daha çok okul yaptırılmalı deyip tüm emek ve mesailerin bir bina uğranı zayi edilmesi, Kur’an Kursu yapacağız diye nice insanların katledilmesi ayrıca konuşulması gereken konulardır. Tasavvuf erbabı bu meseleyi bir balinayı kurtarmak için çırpınan insanın, bir insanın katli karşısındaki duyarsız tutumuna benzetir. Hiçbir dünyalık meta, insan için kıymete haiz değildir. Bu manada okul, cami ve Kur’an kursları bizim için de çok önem arz eden müesseselerdir. Ancak bu müesseseler insandan kıymetli, mükerrem değildir. İnsana hizmet için bir araçtır. Yer geldi mi bir insanın kurtuluşu için binlerce okul, cami veya benzer bina yıktırılabilir. Ancak bugün bir bina için para toplayacağız diye kaç insanı dinden soğuttuk, kaç insanın ölümüne sebep olduk. Bunun muhasebesini sizin vicdanlarınıza arz ediyorum.

Bu manada hizmetimizi büyüteceğiz diye, diyar diyar gezen ve çırpınan insanların bu hassasiyette olması gerektiği, tüm emek ve gayretin önce kendi nefslerinin kurtuluşu için ardından tâlim ve tatbikle elde ettikleri bu hayat ve hakikat suyunu ömrü boyunca susuz kalmış birisine nasıl ulaştırmanın derdine düşmesi gerektiği unutulmamalıdır. Hâcegân anlayışı bu temel esasa dayandığından bu tarz bina ve inşaat gailelerine girmemişler, bina ve inşaat peşine ve derdine düşmemişlerdir. Okullarını ve camilerini seyyar yapmışlardır. Nereye gitmişlerse kolayca taşımışlar, okulları, Kur’an kursları, dergâhları gönülleri olmuştur. Böyle olunca onu Haktan gayri kimse kapatamamış, yıkamamıştır. Bu sebeple bu manevi okullar bugün olduğu gibi kıyamete kadar da Allah (cc) ın izni bereketiyle açık olacaktır.

Bugün insanlığın içerisinde bulunduğu yangın çok büyüktür. Böyle bir yangında insanın elinde ne varsa yangına müdahalesi farzdır. Elindeki bir bardak suyu yanan bölgeye atmalıdır. Emri bil maruf ve tebliğ anlayışımız budur. Ancak bu yangın öyle bizim elimizdekilerle sönecek gibi değildir. Öyle ki ta bizim içimize kadar sıçramış ailemize ve bize kadar ulaşmış haberimiz yok. Başka yangına koşmaktan kendi yanan yerimizi göremiyoruz. Bu yangını söndürmek için bir yangın söndürme ekibine ihtiyaç vardır. Onlarla bağlantılı olmak, itfaiye hortumu alıp bir musluğa bağlayarak o suyla önce kendi yangınımıza sonra en yakın çevremizdeki yangına müdahale etmek gereklidir.

Bu manada Hâcegân büyüklerinin hizmet anlayışları farklılık arz eder.  Hâcegân yolunun hizmet anlayışı, tâlim, tatbik ve tebliğden ibarettir. Kişi önce bir kâmil insanın yanında tâlim etmeli, tâlim ettiği öğrendiği şeyleri önce kendi tatbik etmeli ondan sonra yaşadığı şeyleri tebliğ etmelidir. Tebliğ nihai sonuç olarak görülür. Tebliğ için önceden halledilmesi gerekenler olduğunu bilir. Tebliğe, İslâmı başkalarına lafla anlatmak meselesi olarak bakmaz. Örneğimizdeki gibi başka yangınlar peşinde koşmaz. Tebliği, kendisini olgunlaştırma hareketi olarak görür. Tâlim ettiklerini önce kendi nefsine tebliğ eder. Bu nasihati dinleyerek tatbik eder. Kendisinden Hakkın kokusu yayılınca bu kokuya insanlar gelir. Bu gelişte insanlarla kişi arasında olan manevi alışverişe tebliğ denilir. Yoksa boş bir insanın tın tın, yaşamadığı, kendisinde tatbik etmediği bir şeyi başkasına anlatması nasıl tebliğ olabilir ki. Zaten tebliğ buluğ kökünden gelir. Buluğa ermek demektir. Kişinin kendisini buluğa erdirmesine başka bir anlatımla olgunlaştırma hareketine tebliğ denir.

Bu tarz bir olgunlaşma olmadan nasıl tebliğ hareketi olmaz ise aynı durum hizmet içinde geçerlidir. Hizmette de bir olgunlaşma ve olgunlaştırma hareketi vardır. Efendimiz ﷺ, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından terbiye edilmiş olgunlaştırılmıştır. Ve hizmetine öyle başlamıştır. Öyleyse gerçek hizmet eri için önce bu terbiyeye ve irşada gerek vardır.

Hâcegânın büyüklerinden İmam Efendi[6] (ks), her insanın bu manada irşada (eğitime) ihtiyacını farz olarak görür. Buyururlar ki; “Nasıl ki namaz kılmak için abdest şart ve farz ise kâmil insan olmak için de bir terbiye altına girmek, bir öğretmene, bir mürşidi kâmile ihtiyaç duymak ve onu aramak farzdır”  

Cenâb-ı Hakka vuslat etmiş, tüm aşamaları yaşayarak geçmiş, Cenâb-ı Hakka vuslattan sonra gerçek kemâlin “insana hizmet” olduğunu anlamış insanı kâmile mülaki olmak. Onunla iki dakika sohbetleşmek… onun yolundan yürümek… büyük vuslatı ve hizmet için geri dönmeyi onun şahsında yaşamak…

Tasavvuf en kese tarifle Cenâb-ı Hakla birlikte yaşama sanatıdır. Bu sanat ancak insanı kâmil vasıtasıyla öğrenilebilir ve öğretilebilir. Ustasız sanat olmaz. Bu öğrenme ve öğretme işi, İnsanları Hakka götürme işi, dünyadaki en kutsal işlerdendir. Bir insanı gerçek sahibine götürme çabası… Onun kurtuluşuna vesile olabilme gayreti… Kaybolmuş kuzunun annesine götürülmesi misali…

Öyleyse en büyük hizmet bu amaç uğrunda sarf edilen; tebliğ (buluğa erme) ve irşad (buluğa erdirme) hareketidir.

…..

Hülasâdır insan bu kevn-i âlemin,
Hz.insandır gaye-i kelâmı kadimin,
İnsanı hazret yapan tohumudur kâmilin,
Hâce-i Hâcegândır, dostu yâr besti yâr [7].

…..

                       

[1] Hizmet Arapça’da “Hademe” “خدم” “Hizmet Etti” fiilinin masdarı olan “Hidmet”, “خدمت” kelimesinden gelmektedir. Hizmet; yapılan iş, görev, kulluk gibi manalara gelmektedir. Bkz: https://www.etimolojiturkce.com/kelime/hizmet, E.T.: 29.01.2023:

[2] TDK, Hizmet: https://sozluk.gov.tr/, E.T: 29.01.2023;

[3] Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; Müslim, Kader, 22

[4] Buhari, 7/3468, Müslim, 2406/34

[5] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, c.I, s.12

[6] Osman Bedreddin Erzurumi (ks); Gülzar-ı Samini: Sohbetler, C.1-2.

[7] Hâce Turâbul Akdem; “Bestiyar” isimli şiirinden

Hizmet Anlayışı ve Hizmet Alanı Sorunu

Hizmet denilince akla ilk olarak kişinin Allah (cc) için, din uğruna var gücüyle çalışması gelmektedir. Tüm emek ve mesaisini Allah (cc) rızası için Kur’an okutmaya ayıran, bir şeyhin yanında onun işine gücüne yardımcı olan veya cemaatin dini işleriyle meşgul olan kişilerin yaptıkları şeyler gibi. Ancak hizmet kavramı bu kadar basit ve kısır anlaşılmamalıdır. İnsanın nerede kullanıldığı önemlidir. Kişinin istidadı, kabiliyeti ve insanlığın ihtiyacı hizmette önem arz eder. Kişinin neye istidadı varsa o yol Cenâb-ı Hak tarafından o insana açılmaktadır. Cenâb-ı Hakkın insana bahşettiği meziyet ve kabiliyetleri yine O’nun (cc) rızası doğrultusunda insanlığın faydasına sunması işine genel olarak “hizmet” denilmektedir. Bu maksatlarla yapılan hizmet Hakka atılmış bir adım olarak değerlendirilecek ve bundan sonra Cenâb-ı Haktan belki bire sayısız adımla karşılık görecektir. Böylelikle Hakkın arzu ettiği noktaya doğru bir gidiş olacak ve o noktada bir buluşma bir manevi alışveriş gerçekleşecektir.

Bu sebeple kişiye Cenâb-ı Hak tarafından vazife olarak ne verildiği kuşkusuz önemlidir. Ancak verilen vazifenin mahiyeti kadar o vazifenin istenen gibi içinin doldurularak yapılması da vazife kadar önemlidir. Mekke’de, Kâbe’de hacılara su dağıtmakla görevlendirilen kişi ile hiç bilinmeyen bir yerde Cenâb-ı Hakkın takdir ettiği bir işin yapılması arasında fark yoktur. Önemli olan vazifeye değil verene bakabilmek, vazifeyle ne murâd edildiğini anlayabilmek ve verilen vazifeyi layıkı veçhile yapabilmektir. Kâbe’de su dağıtan kişi, bu işle ne murâd edildiğini anlamış mı? Kendisiyle ne tür alışveriş yapılmak isteniyor bu bilinmiş mi? Bu biliş ve anlayış olmadıktan sonra ha Mekke’de durmuşsun ha tekkede ne fayda.

Bugün hizmet anlayışının ve hizmet alanlarının çok kısırlaştırıldığını görmekteyiz. Bu durum insanlık için önemli tehlikelerden birisidir. İlim denilince ayet, hadis, tefsir, fıkıh gibi dini ilimler akla gelmektedir. Hizmet denilince de Kur’an okumak, okutturmak; camiye cemaate, hatmeye, sohbete koşmak algılanmaktadır. Bunlar elbette kişinin gelişimi için önemli faaliyetlerdir. Ancak hizmet salt bu tür faaliyetler için çaba sarf etmek olarak algılandığında hem hizmet alanlarında bir daralma hem de bu faaliyetler içerisinde bulunan kişilerin ufuklarında bir kısırlık görülmektedir. Osmanlının son dönemlerinde, dini ilimler ile dünyevi ilimler birbirinden iyice ayrılmıştı. Tekkeye dünyevi ilimler sokulmaz olmuştu. Dünyevi ilimlerin tahsil edildiği yerlerde de dini ilimler yoktu. Bu ayrım had safhaya geldiğinde ne oldu biliyor musunuz? Cenâb-ı Hak, toptan cezalandırdı. Ne medrese ne tekke hiçbirisi kalmadı, tümü kapatıldı. Biz belki tekke ve zaviyelerin devlet veya din düşmanları tarafından kapatıldığını zannediyoruz. Oysa durum asliyette bizim bildiğimiz gibi değil. Dini ilimlerin tahsil edildiği tekkede, diğer ilimler küçümsendi, anlaşılamadı. Bunlarla meşgul olanlar dışlandı, dünya peşinde sanıldı. Din ile dünya birleştirilemedi, insanlığa yol olacak adımlar atılamadı. Sonuçta fatura yaş kuru denilmeden tüm insanlara kesildi.

Bu meseleyle ilgili Hâcegân yolunun büyüklerinden bir hak dostuyla yaşadığımız bir olayı aktarmak istiyorum. Bir gün İstanbul’un Eyüp ilçesinde metfun Küçük Hüseyin Efendi (ks) isminde bir Allah (cc) dostunun kabrini birlikte ziyarete gitmiştik. Küçük Hüseyin Efendinin (ks) hizmetlerinden bahis açıldı. Cenâb-ı Hakla olan hususi ilişkilerinden bahsediliyordu. Ayrıca Osmanlının son dönemleri ve cumhuriyetin ilk yılları anlatılıyordu. “Küçük Hüseyin Efendinin Cenâb-ı Hak nazarında öyle itibarı vardı ki ne istese Cenâb-ı Hak iki etmezdi” diye buyurulunca hayatım boyunca iyi ki sormuşum dediğim sorularımdan birisini araya sıkıştırmıştım.

“Efendim, madem Küçük Hüseyin Efendi (ks) bu kadar Hakkın yanında hatırlı birisi, o dönemde tekkelerin, hilafetin ve birçok dini iş ve hizmetlerin kaldırılışına neden seyirci kaldı?” Dedim.

Cevaben; “tekkelere kilidi küçük Hüseyin Efendinin bizzat kendisi vurdu” buyurdular. Nasıl olur da tekkeler, bir şeyh tarafından kapatılır diye içimizden sorular bitmek bilmedi. Ancak bu sorumuz epeyce uzun bir sohbete kapı açmıştı. Tüm sorularımıza cevaplar almıştık. Bu sohbete burada girmeyeceğim ancak özetle tekkelerde Cenâb-ı Hakkın kendisi yoktu. Oralara Allah’ın (cc) bahsi yerine dedikodu, gıybet girdi, cehalet girdi. İnsanlığa yol olabilecek fikir ve ameller kalktı. Kısır çekişmeler ve rızaya muhalif işler çoğaldı. Küçük Hüseyin Efendi (ks), bu durumu zaten görüyordu ve tekkeleri terk etmişti. Kapısına manevi kilidi, zamanın büyüğü Küçük Hüseyin Efendi (ks) zaten vurmuştu. Zahir kilidi de Allah’ın emriyle zamanın görevli zabıtası vurdu, buyurdular.

Bunlardan niçin bahsediyoruz? Çünkü bugün de aynı tehlikenin varlığı söz konusudur. Hizmet deyince hâlâ mezkûr hastalıklı anlayışların yer yer hâkim olduğu, bu kısır anlayışta ısrar edenlerin gün be gün eridikleri, kalan bir avuç insanın da daha radikalleştikleri, şekil ve şemaile düştükleri, bu kısır anlayışı yıkıp ufuk açan grup veya cemaatlerin, insanlığın umudu olduğu, eksik ve kusurlarına rağmen Cenâb-ı Hakkın desteğinin onların yanında olduğunu görmekteyiz.  Yine bugüne baktığımızda cami ve cemaat köşelerine sıkışan, ne olduğu belli olmayan ama din adamı kisvesine bürünen kimi zevatın, hizmetlerini genişletmek adına her tür güç odaklarıyla ilişkiye girdikleri ve bu yolla makam, mevki veya menfaat ele geçirmeye çalıştıkları veya bu işbirlikleri sayesinde menfaat kulübü haline geldikleri görülmektedir. Bugünün hastalıklı bir diğer hizmet şeklinin ise ev ile cami veya cemaat evi arasına sıkışan hizmetlerin, sosyal mecra illüzyonu üzerinden, beğeni hastalığına duçar bir şekilde, yapılıyormuş gibi görünerek, sanal iş ve işlemlere girişildiğine şahit olmaktayız. Biz bu tür din adamı ve hizmet anlayışlarına karşıyız.

Hizmet anlayışında alan sorunlarından bir diğeri de kâmil insanın tekkede, cami veya cemaat binasında olur anlayışıdır. Kâmil insanın camisi, tekkesi, kışlası, dairesi olmaz. Öğretmen ise bulunduğu yerde, asker ise kışlasında, memursa dairesinde hem kendi noksanlarıyla uğraşır, hem de çevresindeki insanlarla ilişki kurarak Hakka ve hakikate ayna olur. Tıpkı Hâcegân yolunun, subay olan imam Efendisi (ks)(Osman Bedreddin Erzurumi), hakimlik yapan Mustafa Tâki Efendisi (ks), öğretmenlik yapan Musa Kazım Efendisi (ks), çömlekçilik yapan Emir Külali (ks), İnşaat ustası olan Abdullahi Nehri (ks) gibi. Herkes işi gücü bırakıp tekke hizmetine girmeli orada yetişmeli şeklinde bir anlayış kısır bir anlayıştır. Osmanlının son dönem tekkelerinin anlayışıdır. Ve neticesi hüsrandır.

Haşa ki Cenâb-ı Hak bu dünyadan el çekmiştir. Her şey onun iradesi ile gerçekleşmektedir. Bir Allah (cc) dostu buyurmuştu. Bir belediyeye çöpçü alınacaksa bu husus özel olarak Cenâb-ı Hakkın iradesi ve izniyle tüm dosyalar incelenerek alınmaktadır. Bizim alt seviye diye gördüğümüz bir çöpçü için bile Cenâb-ı Hakkın müthiş ihtimamı var. Ya diğer zahir görevleri bir düşünün. Buralar tesadüfen mi oluşturuluyor. Elbette tesadüf değil. Buralara tesadüf gözüyle bakan, buralarda Cenâb-ı Hakkın parmağını görmeyen kaybeder. Biz bilemediğimiz gibi Cenâb-ı Hakkın iradesi de böyle diyemiyoruz. Öyleyse zahirin kim tarafından ve hangi hikmetle dizayn edildiği unutulmamalı. Bu sebeple Cenâb-ı Hakkın işlerine karışmak ve habire kuru kuruya eleştiri yapmak yerine gerçek rıza için kapsam alanımıza bakarak neler yapabilirinizin derdine düşülmelidir. Her alanın sahibinin Allah (cc) olduğu ve her işini bir hikmete tabi olarak yürüttüğü, herkesin bir imtihan içerisinde olduğu unutulmamalı ve had (sınır) bilinmelidir. Hizmet ve faaliyetler bu anlayış dairesinde icra edilmelidir.

Bir Şeyhin Rüyası

Bir şeyhin rüyası isimli ilginç yaşanmış bir hatıratı anlatan kitabı bir ev sohbetinde mütalaa ediyorduk. Kitap, ismi gibi bir şeyhin rüyasını anlatmaktaydı. Osmanlının yıkılışı ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinden bahsedilmekteydi. Bu dönemde yaşanılan sıkıntılar aktarılmaktaydı. Kötü gidişata dur demek isteyen bir şeyhin rüyası kitabın konusunu oluşturmaktaydı. Bu şeyh, zamanında yaşayan tüm Âlim ve Meşayıhı özel bir mekâna, memleketin kötü gidişatına dur denilmek maksadıyla davet eder. Toplantının amacı açıklanır. Kimin Allah (cc) nazarında ne nazı varsa eller açılacak, dua edilecek ve özellikle lider konumundaki bazı azgın kişilere karşı Cenâb-ı Hakkın “Kahhar” ismi şerifiyle kahrı istenecek ve bu kötü gidişata dur denmek istenecektir. Bu işleri organize eden şeyh, imam tayin edilir. Dualar, zikirler, yakarışlar, ağlayışlar başlar. Gece geç saatlere kadar Cenâb-ı Hakka niyaz edilir. Bu organizeyi yapan şeyhte yorgunluğun da etkisiyle kısa bir uyku hali olur ve bir rüya görür. Rüyasında tüm dünya taksim edilmektedir. Bu taksimatı Cenâb-ı Peygamber ﷺ yapmaktadır. Sıra Türkiye’ye gelir, şeyh efendi heyecanlanır ve bu taksimatta Türkiye’nin kendilerine verileceğini bekler. Ancak Peygamber Efendimiz ﷺ Trakya tarafında duran ve sırtı kendisine dönük Mustafa Kemal isimli bir askere Türkiye’yi teslim eder. Türkiye yeşillik içerisindedir ancak etrafı yarım duvarla örülü ve ateş çemberi içerisindedir. Şeyh efendi uyanır uyanmaz bu rüyayı tüm Âlim ve Allah (cc) dostlarına anlatır. İttifakla Osmanlının yıkılışı ve yeni Türkiye’nin kuruluşunun Allah’ın (cc) izni ve Efendimizin ﷺ emriyle olduğu kanaatine varılır. Bu gidişatın aksine yapılacak bir şeyin olmadığı anlaşılır ve tüm dua ve yakarıştan vazgeçilir. Olan olmuş, karar alınmış, ümmete bir ceza kesilmiştir. Bu cezadan doğan hayır ise yeni bir Devletin zuhuruna müsaade edilmesidir.

Bu rüya ve olanlar o dönemde yaşanmış gerçeklerdir. Bu yaşanan olaylardan çıkarılacak çok dersler vardır. Allah (cc) kimsenin tekelinde değildir. Allah kimseye mecbur, mahkûm değildir. İşini herkesle görür. Siz gereğini, rızaya uygununu yapmaz iseniz, imtihan gereği adetullah cereyan eder. Allah (cc) içimizdeki ahmaklar yüzünden bizi cezalandırmasın demekten başka gönlümüze bir şey gelmiyor…

Öncelikle işi tersine döndürecek hareket, celalinden cemaline kaçmak. Onun dostları mesabesindeki Hakkın avukatlarından tiyo almak. İlahi şaşmaz mahkemeye düşmeden önce muhakeme olmak. Celaline mazhar olacak iş ve işlemlerden uzak durmak, zamanın cemale müstahak amelini veya zamanın hastalıklarını iyi tespit etmek. Duruma göre harekete geçmek elzemdir. Bugün birçok hizmet alanları Cenabı Hakkın celalini üzerimize çekecek bir çok muzır iş ve işlemlerle veya muzır adamlarla doludur. Bu durumun sebepleri iyi irdelenmeli ve bir daha aynı hatalara düşülmemelidir. Ehil olmayan kişiler tarafından doldurulan hizmet alanlarına geçiş için ciddi gayret ve mücadele gerekmektedir. Yoksa cami ve cemaat evlerinde oturarak Hakka niyazla bir şey değişmemektedir. Hizmet alanları hak edilmelidir. Ciddi gayretler ve terler dökülmelidir. Cenâb-ı Hakkın bu ciddi gayret ve çalışma sonucu verdiği hizmet alanı yerli yerinde kullanılmalıdır. Bu hizmet alanı, idari görevler olabileceği gibi belki bir polislik mesleği şeklinde zuhur edebilir ve bir hırsızın kovalanması görevi kendisine verilmiş olabilir. Bugün rahat köşemizde tesbihimizi çekiyorsak birçok dini kolaylıklar varsa ibadet aşkı ile vazifesini doğru yapan insanlar sayesinde olduğu unutulmamalıdır. Biz hırsız kovalamayı hizmet olarak görmediğimiz vakit birileri buralara geçerek hırsız yerine bizleri kovalayıp evlerimize mahkûm etmişlerdi, unutmayalım.

Hâcegânın büyüklerinden Ali Haydar Efendinin, Adnan Menderes için sarf ettiği ve hizmet anlayışını ortaya koyması bakımından çok önemli gördüğümüz sözlerinden bahsetmek istiyoruz.  Ali Haydar efendi;  Menderesin o zamanki mecliste Allah için sarf ettiği küçük bir gayretin bile kendilerinin sabahlara kadar ki ibadetlerinden, zikirlerinden veya yüzlerce cami ve cemaat hizmetlerinizden daha üstün olduğunu belirterek bugün her arapça okunan ezanın sevabından hisseyab olduğunu ifade etmişlerdir.

Bu örneklerden hareketle, çoğumuzda yer alan mevcut kısır hizmet anlayışı terk edilmelidir. Dini ile dünyasını ayıran değil birleyen hizmet anlayışına ihtiyaç vardır. Allah (cc) yalnızca camide ve tekkede anlayışıyla Allah’ımızı ve Peygamberimizi camiye ve tekkeye hapsettiğimizin farkında mıyız?  Kendimiz tekke civarında oturmakla kurtulmuş, diğer insanları helak olmuş tarzı anlayışsızlığımızın farkında mıyız?

Hizmet anlayışındaki maksat, rıza-ı ilahinin tahsilidir. Kişi bu rızayı ötelerin ötesinde, sanal âlemlerde değil de zahirde önüne konan hayat sahasında aramalıdır. Cenâb-ı Hak, zahirde ne görev vermiş ise o görevi Hakkın rızası doğrultusunda var gücüyle, ibadet aşkıyla ve kendi rahatını kardeşinin rahatına tercih ederek yapmalıdır. Verilen vazifenin ne olduğunun önemi yoktur. Bu annelik, babalık, evlatlık gibi ailevi vazifeler olabileceği gibi susuz köpeğe su verilmesi veya son yaşadığımız Kahramanmaraş depreminde yaraların sarılması işine koşulması şeklinde cereyan eden sosyal bir rol de olabilir. Yine kişinin iş meşguliyeti şeklinde tezahür eden çöpçülük olacağı gibi esnaflık, polislik, öğretmenlik, kaymakamlık da olabilir. Her insan kendi hayat sahasında icra ettiği rolünün fıkhını, başkalarından daha iyi bilmelidir. Bu sebeple kalbinde rıza konusunda tam bir sabitlik olmalı ve başkalarının indi değerlendirmelerine geçit vermemelidir. Tek korkusu olmalıdır, oda Hakkı hoşnut edememe korkusu.

Sonuç olarak kendisini iki yönde teçhiz etmiş, hem dine, hem de dünyaya vakıf, hem dinin, hem de dünyanın içinde yaşayan “zülcenaheyn” diye tabir edilen “çift kanatlı-çift yönlü” insanlara ihtiyaç vardır. Dini bilmeyen zahir güç, ya dini reddederek dinin emirlerine muhalefet etmekte veya dine tabi oluyorum diye gerçek dinden bihaber din adamlarının oyuncağı haline gelmektedir. Bu iki durum bugünün çok ciddi sorunlarından birisidir. Birçok meselenin çözümü burada yatmaktadır. Dünyayı bilmeyen din adamları ve dini bilmeyen dünya adamları. Din adamlarında dünya eksik, dünya adamlarında da din eksik…

Bugün hizmet adına yapılacak en önemli iş; kendisini iki yönde geliştirmiş, hem dine, hem de dünyaya vakıf, hem dinin, hem de dünyanın içinde yaşayan “zülcenaheyn” diye tabir edilen “çift kanatlı-çift yönlü” nakısiyeti sebebiyle başkaları önünde eğilme ihtiyacı hissetmeyen gerçek Allah (cc) adamları yetiştirmektir. Bu Allah (cc) adamları hem kendi alanının en iyi bileni, hem de Allah’ı (cc) en iyi bilen olmalıdır. Hakkı iyi bilen işçi, Hakkı iyi bilen çöpçü, Hakkı iyi bilen esnaf veya idareci misali.

İşte Hâcegân Vakfı bu ilkeler doğrultusunda hizmet anlayışına sahip bir ocak gibidir.  Vatanı ve milletine âşık, kendi öz değerleriyle çatışmayan yeni Türkiye’nin donanımlı ve özgüvenli nesillerinin yetiştirilmesine katkıda bulunma gayreti içerisindedir. Tüm gruplara eşit mesafededir. Organik hiçbir grupla bağlantısı olmamasına rağmen tüm grupları ortak değerler çatısı altında bir olmaya çağıran misyona sahiptir. Bu fikriyat İslam’ın üst çatısıdır, özüdür. Tüm insanlığı bağrına basacak kapasiteye sahiptir.

Tıpkı, Hâce Ahmet Yesevi, Hâce Abdulhalık Gucdüvani, Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram Veli fikriyatı gibi.

Hâcegân Vakfının ve Yolunun Hizmet Anlayışı

Hizmetin kaynağının Cenâb-ı Hak (cc) olduğunu belirtmiştik. İnsan, yaratılma isteğiyle ve “ol” emriyle vücuda gelişinde ilk hizmetini almıştır. Bu hizmet ile eğitimi başlamıştır. Bedenen dünyaya geldiğinde ise bu sefer de karşılıksız hizmet, anne tarafından yapılmaya devam edilmiştir. Kendisine hizmet edildiği için de içi hizmet etme aşkı ile dolmuştur.  Hizmet görerek büyüyen insanın iç âlemine bu hizmet etme ruhu adeta ilmek ilmek dokunmuştur. Hem de karşılıksız gördüğü hizmet karşısında, karşılıksız hizmet etme aşkı onun mayası olmuştur.

Peygamber Efendimiz ﷺ, hizmeti bizzat kaynağından öğrendiğini “beni rabbim terbiye etti [1]” hadisi şerifiyle beyan buyurmuştur. Rabbisinden öğrendiği hizmeti “Her küp içini terler [2]” fehvasınca tüm insanlığa yaşamında göstermiştir. Efendimizin ﷺ tüm hayatı, insanlık için güzel örneklerle doludur[3]. O’nun ﷺ yaşantısı dikkatlice incelendiğinde içinin hizmet aşkı ile dolup taştığı, bize basit gibi gelecek günlük yaşamında bile bizler için örneklerle dolu olduğu hemen fark edilmektedir . Özellikle hizmet konusunda hizmet eden olmaya gayret etmesi ve hizmet anlayışındaki farklılığı dikkat çekicidir. Efendimizin ﷺ gündelik yaşamından alınan kesitlerden hareketle hizmetle ilgili bugünün eksiklikleri üzerinde durarak gerçek ve kâmil hizmet anlayışının nasıl olması gerektiği konusu üzerinde biraz daha detaya girmek istiyoruz.

Kâinatın Efendisinin ﷺ Hizmet Anlayışından Kesitler

Bir cihad dönüşünde Efendimiz ﷺ ve ashabı kiram istirahate çekilmişlerdi. Mücahitlere yemek hazırlama hizmeti konuşuluyordu. Ashabtan biri, “Ben yemeği hazırlayayım” derken, diğeri; “Ben de su getireyim” diye ilave etti. Bir diğeri ise, “Ben de ateş yakayım” dedi. Allah Resulü ﷺ Efendimiz de, “Öyle ise ben de odun toplayayım!” diye ekledi. Ashab;

Siz istirahat buyurun, biz hizmetin hepsini yaparız, sizin de yemeğinizi huzurunuza getiririz! Dediler. Bunun üzerine Efendimiz ﷺ;

Bilirim ki siz tüm hizmetleri yaparsınız. Ancak ben hizmet edilmekten değil hizmet etmekten memnun olurum! Ben de hizmet edenlerin arasında olmak ve gücümün yettiği hizmeti yapmak isterim”[4] buyurarak hizmet edilmeyi değil hizmet etmeyi tercih ettiklerini aleni buyurmuşlardır.

Birgün Efendimiz ﷺ ashabına su dağıtma hizmetini bizzat kendisi üstlenmişti. Bu sırada oradan geçen bir yabancı, “Bu insanların efendisi kimdir?” diye sorunca Efendimiz ﷺ; “İnsanların efendisi insanlara hizmet edendir[5]” cevabını vererek hizmet etmeyi insanların efendiliği makamı olarak gördüğünü ifade buyurmuşlardır.

Yine Ashabtan birisi, bir adamı Efendimizin ﷺ huzurunda övüyordu. Bu adamı tanıyan diğer sahabe; “Ben de onunla uzun yolculuk ettim, çok ibadet eden biridir. Her konaklamada hemen abdest alıp namaza durur, başka hiçbir işle meşgul olmaz” dedi. Bunun üzerine Efendimiz ﷺ araya girerek;

“Her konaklamada hemen ibadete başlayan adamın devesinin yemini, suyunu kim verir, sofra hazırlama hizmetini kim yapardı?” diye sorarlar.

“O hizmetleri biz yapardık!” Ya Rasulallah deyince, Efendimizin ﷺ  cevabı şöyle oldu:

“Demek ki siz ondan çok ibadet etmişsiniz! Çünkü siz hizmet eden olmuşsunuz o ise hizmet edilen!”

Hz. Aişe validemize (rah) “Rasûlullah’ın evindeki hayatı nasıldı?” Diye sorulduğunda şu cevapları vermişti; “O ﷺ, evinde sizler gibi ayakkabısını tamir eden, elbisesini dikip yamayan, koyunlarını sağan, kendi işlerini kendisi yapan birisiydi[6]

Efendimizin ﷺ hayatı bu ve benzer olaylarla doludur. Hizmet edilmekten hoşlanmayan, kendi işlerini kendisi yapan, söküğünü ve ayakkabısını kendisi tamir eden, hizmet edilen olmaktan çok  “hizmet eden” olmaya gayret eden bir Paygamber ﷺ. Bu örnekleri bugün kendi yaşamımıza veya örnek olarak gördüğümüz dini cemaat veya grupların liderlerinin yaşantılarına vurabiliriz. Kıyaslayalım Allah (cc) aşkına. Bir bakalım kendimize ve toplumumuzdaki örnek şahsiyetlere (!), bir de kâinatın Efendisine ﷺ…

Kısaca zamanını sırf ibadetle geçiren bir topluluk olmak yerine insanların ihtiyaçlarının giderilmesi gayretine düşen topluluk olmak bugün ibadet etmekten daha önem arz etmektedir. Efendimiz ﷺ zamanında İslâm topluluğu bugünkünden daha basit bir yapıya sahipti. Bugün içinde yaşadığımız toplum ve hizmet araçları daha farklıdır. İnsanların selameti için, huzur ve refah içerisinde yaşam sürmeleri için öncelikle güvenlik hizmeti gereklidir. Bunun yanında adalet ve sağlık hizmeti, eğitim hizmeti gibi birçok hizmetler insanın maddi ve manevi gelişimi için olmazsa olmaz şartlardandır. Eğer özgürlük yoksa kimi ibadetler de yoktur. Özgür değilseniz size cuma namazı farz değildir. Bu sebeple elhamdülillah bugün yaşadığımız ülkemizde kimi kısıtlamalara rağmen bu manada özgürüz. Cenâb-ı Hakka ibadet eden numune bir topluluk elbette bulunmalı. Ancak bu örnek topluluk insanın maddi ve manevi yaşamı için ibadet ne kadar gerekli ise diğer hizmetlerin de yapılması en az yapılan bu ibadetler kadar gerekli olduğu hususunu hatırdan çıkarmamalıdır.

Yukarda zikredilen hadisi şerifteki iki insan profiline dikkat çekmek istiyoruz. Efendimiz ﷺ, yolculuk esnasında mola yerinde abdest alıp namaza duran ve bu tarz ibadetten başka işleri önemsiz görüp başkalarına bırakan kişinin ibadet ve hizmet anlayışı ile mola sırasında anın gerekliliğini yerine yetiren, yani develere su veren, sofrayı hazırlayan kişinin, ibadet ve hizmet anlayışını birbirleriyle kıyaslamış ve ikinci kişinin hizmetinin ve ibadetinin daha büyük olduğu alenen beyan buyurmuştur.

Bu basit örneği hayatımızın tüm alanlarına vurmak mümkündür. Bugün ülkemizde şer odakları ile girişilen mücadelede yapılan eylemlerin hepsi kim ne derse desin Cenâb-ı Hak nazarında ciddi bir hizmettir. Gece sabahlara kadar kılınan namaz yerine ülkenin selameti ve güvenliği için sabahlara kadar kafa yoran kişinin hizmeti daha övülmeye layıktır. Bu sebeple kısır hizmet anlayışının terk edilmesi gerektiği üzerinde uzunca durmuştuk. Hizmeti ibadetsel faaliyetlerin yayılması, cemaatin isminin tüm ülkede duyulması şeklinde anlarsak hem kendimize hem de ülke insanına yazık etmiş oluruz.

Son dönem İslami cemaatler ve gruplar, hizmet deyince ya yalnızca Allah (cc) için cihat etmek olarak anlamışlardı veya yalnızca Kur’an kursu açmak, cami veya dergâh inşa etmek olarak algılamışlardı. Diğer eylem ve işler boş şeyler, masiva olarak görülmüştü. Sonra bir yirmi sekiz şubat geldi ve tüm kursların ve dergâhların kapılarına kilitler vuruldu. Yapılan onca dua ve niyaz fayda etmedi. Bu musibetten sonra İslami cemaat ve grupların hizmet anlayışları değişti. Ne oldu? Hizmet kavramı asliyetine döndü. Namaz kılan kadar deveye yem veren adamın amelide hizmetten sayıldı. Hatta deveye yem veren insanın hizmeti namaz kılandan daha üstün sayıldı. Yaşadığımız coğrafyada ülkenin güvenlik ve adalet birimleri için insanlar yetiştirildi. Bu insanların güvenlik ve adalet alanında her çabası iki rekât nafile namazdan evla görüldü. Bu alandaki her çaba cihad telakki edildi. Belli kadro ve hizmet birimlerinde bu anlayış olunca şer odakları harekete geçti ancak ibadet aşkıyla gece sabahlara kadar kafalar şer odaklarına yoruldu. Hizmet anlayışı sahih olan gerçek mürşidi kâmiller bu kişilere destek oldu. Teşvik etti. Geceleri sabaha kadar namaz kılan ile insanlığın huzuru ve güvenliği için sabaha kadar nöbet bekleyen polis aynı kemâlde görüldü. Hatta daha üstün sayıldı. Taşlar yerine oturdu. Hizmet anlayışındaki kısırlık terk edildikçe Cenâb-ı Hakkın da yardımıyla birçok kapılar teker teker aralanmaya başlandı. Bugün camimizde ve dergâhımızda rahatça ibadet edebiliyorsak bu deveye yiyecek vermeyi ibadet sayan anlayış sayesinde olduğu unutulmamalıdır.

Efendimizden ﷺ sonra hizmet anlayışında çığır açan iki Allah (cc) dostundan burada bahsetmeden geçemeyeceğim. Bunlardan birisi Mevlana Halid Efendimizin çok yakın arkadaşı ve halifesi, Abdullah-i Nehri hazretleri ve diğeri yakın tarihimizin üstad isimlerinden Bediüzzaman Said Nursi hazretleri.

Hâcegân Büyüklerinden Abdullah-i Nehri Hazretleri ve Hizmet Anlayışı

Hâcegân yolunun büyüklerinden Abdullahi Nehri Hazretleri, Mevlana Halidi Bağdadi (ks) efendimiz ile aynı dönemde yaşamış büyük bir Allah (cc) dostudur. Bu iki zat Hâcegân yoluna girmeden önce de çok iyi arkadaştırlar. O zamanlarda Delhi’de Şahı Dehlevi (ks) adında bir Allah (cc) dostunun varlığından bir vesile haberleri olur. Abdullah-i Nehri Hazretlerinin maddi durumları iyidir. Ticareti, bugünkü manada inşaat işleri üzerine kuruludur. Mevlana Halid efendimizle birlikte Şahı Dehlevi Hazretlerine talebe olmaya Hindistan’a gitmeye karar verirler. Mevlana Halid efendimizin maddi imkânı yoktur. Hindistan’a gitmek ister ancak cebinde yol parası dahi yoktur. Abdullahi Nehri Hazretleri kendisine bir öneride bulunur. Derki, “Ben buradaki işlerin başında kalayım. Buradaki ticaretimiz açık kalsın, ikimizin de maişetini kazanayım, senin yol paranı ve tüm masraflarını ben karşılayayım. Sen Hindistan’a git. Bu zata müntesip ol. Hâcegân yolunun usul ve esaslarını öğren sonra gel bize uygula. Biz de burada senin yanında seyrimizi tamamlayayım” derler. Mevlana Halid efendimiz bu teklife sıcak bakarlar, anlaştıkları gibi Hindistan’a giderler, Şahı Dehlevi Hazretlerine müntesip olurlar. Nakşibendî yolunun tüm inceliklerini öğrenirler ve Şahı Dehlevi efendimizden hilafet alarak dönerler. Abdullahi Nehri hazretleri heyecanla arkadaşını beklemektedir. Mevlana Halid efendimiz Hâcegân yolunun usul ve esaslarını kendi yaşadığı seyir ve sulûkunu anlatır. Vasılı ilallah için öncelikli olarak zikri tavsiye eder. Beş bin Allah (cc) lafzı ile zikir tarif etmek ister. Süreci anlatır. Bu beş bin lafzı celal daha başlangıçtır. Yüzbir binleri falan duyunca Nehri Hakkâri hazretleri çıkışır;

Bu senin anlattığın amele seyri suluğudur. Ben biçare değilim ki. Bak ben inşaat ustasıyım. Sen bana diyorsun ki otur, bilmem kaç bin tespih say. Bu elinden bir iş gelmeyenlerin zikridir. Sen bana deki; tekke yap, mektep-medrese yap, dergâh yap. Filan caminin inşaatını bitir. Benim hizmetim ve zikrim bunlar olsun” buyururlar. Bu çıkış üzerine Mevlana Halid Efendimiz çok düşünür ve bu mesele kendisinde değişik ufukların açılmasına vesile olur. Abdullahi Nehri hazretlerine hak vererek kendisine en iyi bildiği ameli, hizmet olarak verir ve bu hizmeti onun aynı zamanda zikrini ve seyri suluğunu oluşturur. Abdullahi Nehri hazretleri en iyi bildiği işi yaparak yani tekke ve dergâh yaparak büyük Allah (cc) dostu olur.  Hâcegân yolunun zikir ve hizmet anlayışının inceliklerinin de böylelikle ortaya çıkmasına sebep olurlar.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi  Hazretlerinin Hizmet Anlayışlarından Bir Kesit

Bediüzzaman hazretleri, kadir gecesinde Mustafa Sungur beye “Ankara’da bulunan milletvekili Tahsin Tola’ya şöyle bir mektup yaz” talimatı verirler. Mustafa Sungur bey kadir gecesi münasebetiyle evrad ve ezkârla coştuğu bir sırada Bediüzzaman hazretlerinin bu emrini algılamakta zorlanır.

İlk bakışta, mübarek bir gecede evrad ve ezkârla meşguliyetin, bir siyasetçiye mektup yazmak gibi “basit, sıradan, önemsiz” gibi görünen bir işten çok daha değerli olduğu düşünülebilir. Ancak Üstad hazretleri meseleye farklı bakmaktadır. Bu sebeple Mustafa Sungur efendinin okumakta olduğu evrad ve ezkârı derhal bir kenara bırakarak o mektubu yazmasını ister.  Üstada göre o gece mektubun yazılması, hizmetin gereği ve maslahatı açısından, evrad ve ezkâr okumaktan çok daha önemli ve önceliklidir. Evrad okumak, kişinin kendisinin şahsî kemâlâtıyla ilgili bir husustur. Ama hizmetin genel meselelerini takiple vazifeli bir milletvekiline yazılacak mektup, tüm insanlığa planlanan hizmetin selâmetini ve tüm insanlığın hukukunu ilgilendirmektedir. Onun için de, kadir gecesinde bile, şahsî evrad ve ezkârdan daha çok önem arz etmektedir.

Yine üstad Bediüzzaman hazretleri Afyonda hapishanede ve mübarek üç aylar içerisinde iken tüm zihnini mahkemede yapacağı savunmaya ayırır. Bu sebeple de kendisini kınar. Boş bir dava için kendisini niye bu kadar yorduğunu düşünür. Her şeyi Hakka havale edip üç ayları zikir ve ibadetle geçirmek ister ancak kendisine cezaevinde öyle ilhamatlar gelir ki yaptığı savunmanın o mübarek aylarda yapacağı en büyük ibadet olduğu kendisine manen bildirilir. Bu husus üstad hazretlerinin tarihçeyi hayat isimli eserinde şöyle geçer; “Bu günlerde kısmen müdafaatla zihnen meşguliyetimden teessüf ederken kalbe geldi ki: O iştigal dahi ilmîdir; hakaik-ı imaniyenin neşrine ve serbestiyetine bir hizmettir, bu cihette bir nevi ibadettir[7]”.

Sonuç olarak; Hâcegân vakfının ve yolunun hizmet anlayışındaki eylemler, yukarıda zikretmeye çalıştığımız örneklerde olduğu gibi zamanın gerekliliğine ve her insanın istidadına göre farklı özellikler arz edebilmektedir. Cenâb-ı Hak tarafından insana ne özellik verilmiş ise onu yine Hakkın hoşnutluğu için insanlığa sunması, hizmetin esasını oluşturmaktadır. Allah’a (cc) ve Rasulüne yapılacak en büyük hizmet; Allahın (cc) i’yalleri hükmünde olan insana yapılan hizmettir.

Cenâb-ı Hak tüm hizmetlerimizi dergâhı izzetinde kabul etsin. Gerçek hizmet anlayışına sahip olmayı ve gerçek hizmet eri olmayı cümlemize nasip eylesin.

                                

[1] Suyuti, el-Câmiu’s-Sağîr, c.I, s.12

[2] Aliyyü’l-Kari, Kübra, s.265.; Acluni, Keşf, 2/157.

[3] Ahzab Suresi, 21. Ayet: “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; …güzel örnekler vardır.”

[4] Muhibbüddin et-Taberî, Hulasatü siyeri seyyidi’l-beşer, s. 87; Zürkani, Şerh, 4/265.

[5] Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut 1986, II, 324.

[6] Müsned, VI, 256.

[7] Tarihçe-i Hayat, s. 512.