Mâlâyâ’nî
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Ne vakit kalbine kasvet (katılık) gelir ve ibâdette bir gevşeklik görürsen, bir de rızkın daralırsa bil ki sen mâlâyâ’nîye dalmışsındır.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Ne vakit kalbine kasvet (katılık) gelir ve ibâdette bir gevşeklik görürsen, bir de rızkın daralırsa bil ki sen mâlâyâ’nîye dalmışsındır.”
Acele etmek şeytandan, teenni etmek [1] ise Rahman’dandır.
Dünyanın altı günde yaratılması, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın yirmi üç yılda inzal edilişi bize bu teennîyi öğretmek ve anlatmak içindir. Yoksa Cenâb-ı Hak bunları bir anda da yapmaya kâdir ve muktedirdir. Dünyânın altı günde yaratılması konusunda da mevzubahis olan gün, bildiğimiz gün müdür, yoksa âhiret günü müdür, bu da ihtilaflıdır.
Hülâsa teennî makbuldür. Riâyet edilmesi lâzımdır [2].
[1] Teenni: Bir işi acele etmeden iyice düşünerek yapma, temkinli ve ihtiyatlı davranma anlamında ahlâk terimidir. Bkz.: İslam Ansiklopedisi, teenni maddesi, E.T.: 2.11.2024.
[2] Gülzâr-ı Saminî Sohbetler, Hâce Osman Bedruddin Erzurumi, 38. sohbet.

c. Tevekkülün İncelikleri
Tevekkülde insanlar ikiye ayrılmaktadır. Birincisi “avam” dediğimiz bizim gibi insanlar. Diğeri “Havas” dediğimiz, peygamberi zişân efendilerimiz ve onun sahih, âlim mirasçıları, Ehlullah diye tanımlanan Allah dostlarıdır. Havas derken aslında kastımız, Peygamber Efendilerimiz gibi işlerini bizzat Allah (cc) ile gören, meselesini Cenâb-ı Hakka bizzat götüren, meselenin neticesini Haktan alan kişiler kastedilmektedir. Bu kimselerin tevekkül anlayışında İbrahim Aleyhisselam misali sebeplere başvurmak sanki şirk gibi kabul edilmektedir. Bu kişiler, normal insanların başvurdukları adi sebeplere hiç başvurmazlar. Bize göre yapılması gerekeni dahi yapmazlar netice ne olursa olsun baştan o neticeye razıdırlar. Ne yapılırsa yapılsın neticenin değişmeyeceğini bilirler. Hazreti Hüseyin Efendimiz gibi.
Hâcegânın büyükleri, Hz. Hüseyin Efendimiz için, “Kerbelâ’da şehit olacağını biliyordu. Neticeyi bile bile gitti” buyururlar. Bu cephedeki insanlar vesilenin tevekküle perde olduğu gerekçesiyle bazen yeme içmeyi bile kesmişler, tedaviyi reddetmişlerdir. Her şeye Allah’u Teâlâ’nın kefil olduğunu tam bilmişler ve ona göre de yaşamışlardır. Vücudundan düşen kurdu yeniden vücuduna koyan Eyüp (as), kendisini ıssız bir çöle terk edip kumun içine gömen, günlerce kumun altında aç susuz kalmasına rağmen ölmeyen ve kalbinde Allah’a (cc) karşı tam bir güveni yaşayan ve sonra insanlar tarafından bulunan kişi gibi.
Meselenin bu cephesiyle ilgili olarak Kur’anın bize haber verdiği üç peygamberden (as) bahsetmek istiyoruz. Bu üç peygamber efendilerimizin tevekküle dair yaşadıkları ilginç olaylar tevekkülün bu cephesinin anlaşılmasında bizlere ufuk açacaktır. Bunlardan ilki İbrahim (as) ikincisi Zekeriya (as) ve üçüncüsü Yusuf (as) dır.
İbrahim Aleyhisselam, kızgın alevler karşısında ve kendisinin tam ateşe atılması sırasında Cebrail aleyhisselam gelerek “Ey İbrahim! Benden bir isteğin var mı?” diye buyurduğunda İbrahim aleyhisselamın kalbinde hiçbir endişe olmaksızın “Benim Rabbim var. O’ndan başka kimseye ihtiyacım yok. Rabbim beni görüyor. O ne murad etmişse benim kabulümdür” diyerek ortaya koyduğu tevekkül örneği Cenâb-ı Hakkın hoşuna gitmiş ve tüm insanlığa örnek olarak göstermiştir.
İkinci örneğimiz de Zekeriya (as) ile ilgilidir. Zekeriya (as) düşmanlardan kaçarken Halep’te bir ağacın yanına sığındı ve insanların kendisine zarar vermemesi için ağaca seslenerek “Ey Allah’ın mahlûku beni içine gizle!” buyurdu. Ağaç içini açarak Zekeriya aleyhisselamı gizledi. Ancak kıyafetinden küçük bir parça dışarıda kaldı. Bunun üzerine şeytan aleyhilla’ne düşmanlara Zekeriya aleyhisselamın kıyafetinin ucunu göstererek Zekeriya Aleyhisselamın yerini gösterdi. İnkârcılar Zekeriya aleyhisselamı bularak testere ile keserek şehit ettiler. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Zekeriya aleyhisselama seslenerek “Sen düşmanlarından korunmak için bana değil de bir ağaca mı güvenip sığındın” buyururlar. Rivayet ediliyor ki; Zekeriya (as) bu hatasını anlayıp testereyle kesilme anında kalbini Cenâb-ı Hakka yönelterek ve tam bir teslimiyet içinde testerenin kesilmesi sesine benzer zikir yaparak dışarıya hiçbir ses vermeden vefat etmiştir. Tasavvufta “Hizar Zikri” diye halen Zekeriya aleyhisselamın bu zikri yapılmaktadır.
Zekeriya aleyhisselamın tevekkülde düştüğü bu durum aslında bizler için rahmetin kapılarını aralamaktadır. Bu örneklerden anladığımız insanın Hakka yakınlığı oranında tevekkülün boyutlarının değiştiğidir. Bize bir ağacın dibine saklanmak normal gibi gelirken bir peygamber için bu durum Hakka güvende eksiklik gibi telakki edilmektedir. Demek ki tevekkül insanın Hakka yakınlığına göre şekil almaktadır. İnsanın Hakka yakınlığı oranında ondan tevekkül istenmektedir.
Yusuf Aleyhisselam, zindana atıldığında zindandan kurtulmak için arkadaşına kendi durumunu muhakkak krala anlatmasını ve kendisini zindandan kurtarmasını istemişti. Zindandan çıkan arkadaşı kralın yanına gitmesine rağmen Yusuf Aleyhisselamın durumunu anlatmayı unutmuştu. Ona Cenâb-ı Hak unutturmuştu. Zira Yusuf Aleyhisselamın Hakka değil de zindandan kurtulmak için bir Melike güvenmesi Cenâb-ı Hakkın gücüne gitmişti. Rivayetlere göre Yusuf Aleyhisselamın arkadaşı zindandan çıktıktan yedi yıl sonra ancak durumu krala aktarabilmiştir. Bu olay nedeniyle Cenâb-ı Hakkın onu yedi yıl daha zindanda tuttuğu rivayet edilmektedir.
Bu ve benzer hayat hikâyelerini Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde bizlere bildirmektedir. Bu olaylar ve olaylarda geçen kurallar bizleri bağlamamaktadır diyemeyiz. Cenâb-ı Hak ile Peygamberleri arasında geçen olaylardır ancak bu olaylardan bizlere de hisseler düşmektedir. Bu olaylardan anladığımız tevekkülde en üst derece peygamberlere aittir. Ondan sonraki dereceler Allah (cc) dostları ve Peygamber Efendimizin kâmil mirasçılarının tevekkül anlayışlarıdır. Bu bölümde zikretmeye çalıştığımız anlayış daha çok Allah (cc) dostları ve Efendimizin kâmil mirasçılarının anlayış ve halleridir. Tevekkül aslında bir anlayış değildir, hâldir. Zira Efendimiz (sav) “Çalışmak benim âdetim, Tevekkül hâlimdir” buyurmuşlardır. Tevekkül öyle bir hâldir ki insanın kemâlât yolcuğunun son duraklarından birisidir. İnsanın kemâlâtı arttıkça sebeplerin arkasındaki gerçek Halikı Zül Celali görüşü artacak ve o oranda tevekkülü de artacaktır.
Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader,
Hakk`a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder [1].
d. Sebepleri de Murad Eden Cenâb-ı Hakkın Bizzat Kendisidir.
Her şeyin bir sebep dairesinde yaratılması Cenâb-ı Hakkın kadim sünnetidir. Sebepsiz hiçbir şey yoktur. Ancak Cenâb-ı Hak insana bir şeyi murad etmiş ise onun insana nasıl gideceği konusundaki sebebi de halk eden Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisidir. Örneğin Cenâb-ı Hak insana çocuk vermeyi murad etmiş ise çocuğun meydana gelişi için lazım olan sebepleri de murad eder. Çocuğun olması yönündeki sebeplere sarılma isteğini de o insanın içine koyar. Bu sefer o insanda o takdir doğrultusunda bir arzu belirir, evlenir, eşiyle beraber olur, çocuğu da Cenâb-ı Hak böylelikle nasip eder.
Kur’an-ı Kerimde bu anlayışa paralel çokça delil bulmak mümkündür. Örneğin Tevbe Suresi 51. ayette; “De ki: Allah`ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevla’mızdır. Onun için mü’minler yalnızca Allah`a dayanıp güvensinler” buyrulmaktadır. Şimdi bu ayeti kerimeyi nasıl eğip büğeceğiz ki… Burada; “Allah (cc) size ne yazmışsa o olur, başkası olmaz, sen ne yaparsan yap onun yazdığı olur” denmektedir. Buradan açıkça bu anlaşılmaktadır. Yine bu hususu destekler birçok ayeti kerimeler ve hadisi şerifler mevcuttur. Efendimiz (sav) dünyada olacak her şey yazıldı çizildi, kalem kırıldı, mürekkep kurudu [2], mealindeki hadisi şerif’te aynı hususa işaret etmektedir. İşte bu anlayışın gereği olarak, insana Cenâb-ı Hak tarafından ne takdir edilmiş ise yine O nun kadim sünneti gereği takdir edilenler sebepler dairesinde olacaktır. Bu nedenle insan önüne gelen sebebe bu anlayışla sarılır. Meseleyi sebepten değil de Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisinden bilir.
Kur’an-ı Kerimde ismi geçen peygamberlerin hayat hikâyeleri hep aynı hakikate, aynı anlayışa işaret etmektedir. Mekke’de Hacer annemizin açlık ve susuzluktan kıvranarak çaresizce Safa ve Merve arasında koşuştururken Cenâb-ı Hakkın insanlığa bahşettiği zem zem suyunun yeryüzüne çıkış hikâyesi de meseleye güzel bir örnektir. Cenâb-ı Hak, Hacer validemize bu zemzemi doğrudan vermedi. Ayaklarını yere vurmasını istedi. Bu vurma sonucu yerden su fışkırdı. Buradan hareketle insan bu olayı, “ayaklar yere vurulduğu için toprağa bir basınç uygulandı. Zaten su da yeryüzüne yakındı o vurma sebebiyle su çıktı” diyebilir. Ancak bu ne kadar doğru olur orası tartışılır.
Yine Eyüp Aleyhisselamın mağarada hastalıklarla mücadele ettiği yıllardan bir örnek verelim. Mağarada yedinci yılında, Eyüp Aleyhisselamın tüm bedenini kurtlar sarmıştır. Etleri lime lime olmuştur. Yalnızca kan dolaşımını sağlayan damarlarla hayatta kalabildiği sırada Cenâb-ı Hak, Eyüp Aleyhisselamın kendisine olan tevekkülünün ve sabrının mükâfatı olarak; “ارْكُضْ بِرِجْلِكَ – Urkud bi riclike”, “Ey Eyüb! Ayağını yere vur[3]” diye buyurur. Eyüp Aleyhisselam da ayağını yere vurur ve vurduğu yerden su çıkar. Cenâb-ı Hak; “çıkan sudan gusleyle ve iç” diye emir buyurunca Eyüp Aleyhisselam da guslederek suyu içer ve şifa bularak tekrar sağlığına kavuşur.
Rivayete göre sağlıklı bir şekilde yüz atmış yıl daha yaşamıştır. Burada yine suyun çıkması Eyüp Aleyhisselamın ayağının yere vurması ile olmuştur. Sağlığına kavuşması o suyu içmesi ve o su ile bedenini yıkaması sonucu olmuştur. Şimdi insan dese ki; “Eyüp Aleyhisselam ayağını vurduğu için su çıktı. Bu sudan içti, bedenini yıkadı. Su ilaçlı bir suydu, bu nedenle iyileşti”. Böyle bir mantık yürütülebilir. Buna müsait bir olay. Zira Cenâb-ı Hak verdiği nimeti bir sebep dairesinde verdi. Suyun çıkışında ayağın vurulması, şifanın verilmesinde suyun kullanılması gibi. Ama işin hakikat cephesinden bakıldığında; Cenâb-ı Hak, Eyüp Aleyhisselamın sabrını denedi ve Eyüp Aleyhisselamı sabırlı bulduğunu zikretti. “Biz O`nu hakikaten sabırlı bulduk[4]”. Onun Hakka tevekkülü ve sabrı neticesinde ona mükâfat olarak şifayı ihsan etti. Burada şifayı veren de o (cc) idi. Sebepleri halk eden de O (cc).
İlkokul 4. sınıf öğrencisiydik. O zaman din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ilkokul dördüncü sınıfta başlamıştı. Hayat bilgisi diye dersler de vardı. Bizlere yağmurun nasıl yağdığı fizik kurallarına göre anlatılmıştı. Su buharlaşınca yükselmekte bulut oluşmakta, yoğunlaşan bulutlar soğuyunca yeniden su damlacıkları haline gelip yere düşmekteydi. Örnek olarak da kaynayan çaydanlığın kapağı yukarı kaldırıldığında buharın nasıl su damlacığına dönüştüğü verilmişti. Din kültürü hocamız da yağmurun nasıl yağdığını kendi anlayışına göre anlatıyordu. “Allah (cc) isteyince melekler bulutlara emir veriyor, her bir melek yağmur damlasını yeryüzüne getiriyor” dedi. İçerde kafalar karıştı. Çocukluk işte “ama öğretmenim yağmur şöyle yağar, böyle yağar” denildiyse de o ton ton gülüşleriyle; “Bunları size kim anlattı” dedi. Bizde “Hayat bilgisi öğretmeni” dedik. Bu sefer dedi ki; siz gidip öğretmenize sorun. “Öğretmenim yağmuru Allah (cc) mı yağdırıyor. Yoksa bulutlar mı?” diye.
Meseleyi daha uzatmak istemiyorum ama hepsi aynı kapıya çıkıyor. Yapan eden kim, gözüken kim?
Bu cepheden bakıldığında aslında vesileler birer perdedir. Yapanı ve edeni gizleyen bir perde. Bu durum insan için de büyük bir nimet. İnsan her şeyi doğrudan Allah’tan (cc) bilse meseleyi nasıl karşılar bilinmez. Nimet esnasında genelde insan bunu Cenâb-ı Haktan bilmekte ama külfet ve musibet halinde durum biraz değişmektedir. İşte bu gibi durumlar nedeniyle Cenâb-ı Hak kendisini gizlemek için vesileler halk etmiştir. Her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bu sebebe sarılmak gereklidir. Ancak bilinmelidir ki Cenâb-ı Hak insana bir şey takdir etmiş ise onun sebeplerini de halk edecektir.
e. Tevekkül Anlayışı, İnsanın Cenâb-ı Hakka Yakınlığı Oranında Değişir.
İslâm dini tevekkül konusunda bir çıta belirlemiştir. Bu çıta, asgari haddi bildirmekle birlikte orta yüksekliktedir. Dinimiz tevekkül konusunda da orta yolu tutmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) yine ümmetini düşünerek önceki peygamberlerin yaşadıkları bu hâlleri ve anlayışı daha da kolaylaştırarak orta bir yol bulmuşlardır. Ne her şeyi sebepten bilmeyi emretmiş nede sebepleri yok saymıştır. Sebeplere sarılmayı emretmiş ancak neticenin olabilirliğini Cenâb-ı Hakka havale etmeyi bizlere öğretmiştir. İslâmın kuralı böyle olmakla birlikte Hakka yakınlık kesbetmiş Allah (cc) dostlarının tevekkül konusunda değişik hallerinin olması da İslâmın dışında değildir. Kişinin Hakka yakınlığı arttıkça tevekkül çıtası da yükselmektedir. Tabir caizse nasıl ki ibadette bir işin fetvası bir de takvası var ise kişinin Cenâb-ı Hakka yakınlığı arttıkça tevekkül anlayışındaki skala da diğer peygamber efendilerimizin durumuna doğru yaklaşmaktadır.
İlmi kitaplarda konuyla ilgili bir örneği burada zikretmek istiyoruz. Bu örnekle mesele daha iyi anlaşılacaktır. Bir beyaz kâğıda bir kalem yazı yazmaktadır. Beyaz kâğıdın üzerine kalemde bulunan mürekkep yazıya dönüşmektedir. Beyaz kâğıt artık o bembeyaz halini yitirmiştir. Mürekkebe hitaben; “Ey Mürekkep! Neden benim üzerime düşüp benim tertemiz sayfamı kirletmektesin, zira ben tertemiz iken sen sebepsiz yere beni yazarak kirlettin?” der. Mürekkepte dile gelerek der ki; “Ey Kâğıt! Seni kirleten ben değilim. Görüyorsun ki beni bir kalem yazmaktadır. Benim bir iradem ve gücüm yoktur” der. Bunun üzerine Kâğıt aynı soruyu Kaleme sorar; “Ey Kalem! Neden benim üzerime yazı yazarak benim temiz sayfamı kirletmektesin” der. Kalemde dile gelerek; “Ey Kâğıt kardeş, yazının yazılması benim sebebimle gözükse de aslında bu yazının yazılmasında benim iradem ve gücüm yoktur. Beni şu ellerdeki parmaklar hareket ettirmektedir” der. Bunun üzerine Kâğıt bu sefer aynı soruyu ele sorar. Bu sefer el, şöyle bir cevap verir; “Ey Kâğıt! Sana yazıyı yazan zahirde ben gözüksem de aslında benimde bir iradem ve kudretim yoktur. Bana yazmam konusunda beyinden bir emir geldi, bende emri yerine getirdim. Zira bana insanın aklından ne emir gelirse ben onu uygularım, benim bu konuda bir ihtiyarım (tercihim) yoktur der”. Kâğıt bu sefer soruyu Akla sorar. Der ki; “Ey Akıl! Sen neden ellere emir vererek kalemle benim üzerime yazmasını emrettin?”. Bu sefer de Akıl; “Ey Kâğıt, benim tek başına emir vermem mümkün değildir. Bana kalpten bir emir geldi. Ben o emri uyguladım zira ben tek başıma karar alamam” der. Kâğıt bu sefer aynı soruyu kalbe sorar. Kalp cevaben; “Ey Kâğıt! Ben Hakkın bir aynasıyım Cenâb-ı Hak bir şeyi murad ettiği zaman bununla ilgili yapılması gerekenler bana ilham edilir. Ben de bu emri akla iletirim. Akılda gereken yerlere emri verir. Emir Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisindendir. Yoksa benim emir verme kuvvet ve kudretim yoktur” der.
Hikâye böyle son bulur. Burada kalem tarafından bir kâğıda yazılan yazının serüveni anlatılmaktadır. Zahirde yazı kalem tarafından yazılmış gözükmektedir. Kalemi de zahir bir el ve zahir bir insan tutmaktadır. Aslında yazının yazılması bizzat Cenâb-ı Hak tarafından takdir edilmiştir. Bu takdirin gerçekleşmesi için gereken fiillerin nasıl yaratıldığı hikâyede anlatılmaktadır. Yani bir şeyin oluşumu takdir ise onun oluşumunu gerektiren sebepler de Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmaktadır. Sebeplerin oluşumunda da Cenâb-ı Hakkın emri vardır. Yazının yazdırılması için önce insanın içerisine yazma isteği verilmekte, gönle o istek düşmektedir. O istek doğrultusunda diğer azalar çalışmaktadır. Buradan hareketle insana bir şey murad edilmiş ise o murad edilen şeyin ele geçmesi için yapılması gereken eylem de insanın içine, kalbine düşmektedir. Allah (cc) insana bir dünyalık nasip edecekse o dünyalığın kazanılması için gereken eylemin yapılması, insanın içine düşmektedir. İnsan o eylemi yapmakta ve dünyalık malı kazanmaktadır. Zahirde bakıldığında insanın bir malı kazanması o eyleme bağlı gibi gözükmektedir. Oysa malı da veren O (cc) dur, sebebi de veren O (cc).
Bu nedenle sebeplere sarılmak gereklidir. İnsan, özüne düşenler doğrultusunda sebeplere sarılmalıdır. Gönle düşen şeyler de Cenâb-ı Hakk’tan bilinmelidir. Bu anlayışa sahip insanlar kalbi ve insanı çok iyi bildikleri için şeytanın veya nefsin kalbe düşürdüğü vesvese ve diğer şehevi istekleri tanırlar ve o konuda hemen muhalefet ederler. Efendimizin zikrettiği hadisi şerifte olduğu gibi “çalışmak âdetim, tevekkül halimdir” anlayışıyla yapılması gereken ne varsa Cenâb-ı Hakkın muradı o yapılanın içindeymiş gibi sebeplere sarılınır. Ancak iş neticeye kalınca neticenin takdirine karışılmaz. Neticenin olumlu veya olumsuz oluşu arasında fark gözetilmez. Bilir ki kendisi hakkında Cenâb-ı Hak ne takdir etmiş ise kendisi için hayır bu takdirdedir.
Hakk şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Ârif ânı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk`a tevekkül kıl,
Tefvîz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler… [5]
Hâce-i Hâcegân [6]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Enderûnî Vâsif.
[2] Tirmizî, Kıyâmet 59, h.no: 2516.
[3] Sad, 42.
[4] Sad, 44.
[5] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri.
[6] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.

Evliyâullâhın hâli pek muhteliftir. Birinin hâli diğerine benzemez. Gerçi menbâ birdir, su birdir, fakat açan çiçekler muhteliftir. Kimisinde heybet ve celâl, kimisinde şevk ve zevk, kimisinde vakar ve sekinet, kimisinde ibadet ve tâat galip olur. Kimisi de: “…Kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği…” [1] sırrıyla demsâz, Hakk onlara, onlar da Hakk Teâlâ Hazretlerine müştak olurlar. Bunların hâli-şanı pek acayiptir. Geceleri rükû ve sücut, gündüzleri dostlarla sohbetle geçer, her vakit üns ve huzur-ı Mevlâ ile sırdaş olurlar. Onun için kâmil bir veliyi gören bir kimse başka bir kâmil veliye gitse kendi kendine: “Bu velî olamaz, gerçek velî oydu” der. Halbuki evliyâullah’ın halleri tıpatıp birbirine benzemez. Cenâb-ı Hakk nasıl sonsuz ve sınırsız ise ikram, ihsan ve tecellileri de öylece uçsuz bucaksızdır ve evliyaullah kendiliğinden hiçbir şey yapmazlar. Cenâb-ı Hakk ne ilham ederse, nasıl emrederse onu yapar, ona tâbî olurlar. Bundan dolayıdır ki her zamanın iş ve terbiye usûlü başka başkadır. Zaman değiştikçe seyr ü sülükte de, ahvâl-ı terbiyede de değişiklik zaruridir.
Ma’lûmdur ki, vahy dört kısımdır:
İlk üçünde nebilerle velîler müşterektir. Dördüncüsü sâdece Peygamberân-ı izâm hazerâtına mahsustur ki vahy-i celîdir. Yâni, Kur’ân-ı mübîn ve diğer semavî kitaplar vs.dir.
İlk üç vahye bakılır, eğer vahy-i ahkâmî’ye yâni şerîate uygun düşerse alınır, kabul edilir, tâbî olunur. Uygun düşmezse terk olunur. Böyle şerîate uygun düşmeyen vahyin kalbe gelmesinin bir zararı yoktur. İşte görülüyor ve anlaşılıyor ki evliyâullah hiçbir şeyi kendilerinden söylemez, hiçbir şeyi kendiliklerinden yapmazlar. Onların emirleri hep ilhamdır, yâni vahy-i hafidir. Onun için hüsn-i kabûlü şarttır Çünkü her şeyin erkânı olduğu gibi tasavvufun da şartları ve ahkâmı vardır. Eğer bir şeyin erkânı ve esasları olmazsa o şey de olmaz.
Tasavvufun erkânı da üçtür:
Eğer böyle içtimâ’ etmez, istimâ’ etmezsek bu erkân yok demektir; bu erkân olmayınca tasavuf da tarîkat da yok demektir. İşte Rasûlüllah zamanında böyle idi. Ashâb-ı güzînin usûlü de bundan ibâretti. Rasûlüllah’ın ve O’nun sahâbesinin iz ve isrine böyle ittibâ’ ve onunla böyle musâhabemiz lâzımdır. Eğer böyle yapmazsak dışarıdan şununla-bununla, hevâ ile sivâ ile, ağyar ile meşgul oluruz ki şimdiye kadar yaptığımız ziyanlardan bundan sonra da kurtulamayız. Cenâb-ı Hakk bir âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor: “Tağutdan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah’a yönelenler (e gelince) onlar için de müjde vardır.”[2]
Tağut, nefis, şeytan, hevâ-heves, vehim, dünyâ, tabiat, hulâsa Cenâb-ı Hakk’dan gayrı olan herşeydir, yâni zâhir ve bâtın mâsivallahdır. “Şol kimseler ki tâğûta ibâdetten içtinâb ettiler, yâni ondan olan vesvese ve telkînâtı, onun iğvâlarını kabulden ictinâbla ona kulak asmadılar; onlar ki bir tarîkçe, kâmil bir mürebbîye inâbe ve intisâb ettiler, âyet-i kerîmedeki müjde onlar içindir. İşte o kimselere dünyada ve âhirette müjde ve saâdet… Ve gene âyet-i kerîmede: “O kullarım ki onlar söze (dikkatle) kulak verirler de onun en güzeline uyarlar…”[3] buyuruluyor. Nitekim öyleleri, işittikleri hak sözün en güzeline tâbî olurlar. Sözün en güzeli ise İlâhî âyetler ve bu İlâhî âyetlerde anlatılan zikir, fikir, ahlâk-ı İlâhî ile tahalluk, üns ve huzûr-ı Mevlâ, ulûm ve maârif-i bâtına, ilm-i ledünnî, esrar, hakâik, ile kurbet ve vuslata dâir hususlardır.
“En güzeline tâbi olurlar”în bir mânası da şudur: Bunların ittibâları da en güzel şekilde olur.
Âyet-i kerîmenin devamı ise şöyledir: “…İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir, işte bunlar temiz akıl sahihleri olanların tâ kendileridir.”[4]
Cenâb-ı Hakk’ın tarîk-i tevhîdde fenâ-bekâ mertebesine muvaffak kıldığı kimseler ancak bunlardır. İşte akıllılar lübbül lübbe (özün özü) vâsıl olanlar bunlardır. İçleri, özleri bulunanlar, yalnız kışırdan, kabuktan ibaret olmayanlar bunlardır. Çünkü Allahsız kalanın içi yoktur, mahvolmuştur; fıtrî istidadını zayi etmiştir, onlar ölüdür. İşte İlâhî emr ü fermanı işittik, dinledik anladık. Evet böyle içtima edeceğiz, müsâhabe ve istimâ’ edeceğiz ve işittiklerimizin en güzeline, en güzel şekilde zâhiren ve bâtınen ittibâ edeceğiz ki biz de içsizlikten, ölü olmaktan kurtulabilelim. Yoksa içsizlikten, bâtını ölü olmaktan kurtulamayız.
Rabbim nî’metinin itmamını ihsan buyursun!
[1] Mâide, 5/54.
[2] Zümer, 39/17.
[3] Zümer, 39/18.
[4] Zümer, 39/18.

a. Terim, Tanım
Arapça’dan dilimize geçmiş olan tevekkül kelimesinin sözlük anlamı: “vekil kılmak, başkasına havale etmek[1]” şeklindedir. Tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelen “vekil” kelimesi; kişinin kendi işini gördürmek üzere yetki verdiği insan anlamına gelmektedir. Avukat da bir vekildir. “müvekkil” vekil edinen, “tevkil” ise vekil kılma, vekil edinme demektir. Aynı kökten olan “ittikâl” biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanma anlamına gelmektedir.
“El-Vekîl” Cenâb-ı Hakkın 99 ismi şeriflerinden birisidir. Tevekkülün önemi de aslında buradan kaynaklıdır. Vekâlet müessesesinin kaynağı Hakkın bizatihi kendisidir. El-Vekîl ism-i şerîfi, kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile ayni kökten gelmektedir. Kur`ânda ondan fazla yerde geçmekte olup mânâsı “işlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temin eden[2]” şeklindedir. Âyeti kerimelerde şu şekilde geçmektedir: “Allah`a tevekkül et; Vekîl olarak Allah yeter.[3]“
Kısaca vekil; kendisine iş ısmarlanan kişiye denir. Bilindiği gibi vekil yapılacak kişinin, vekil olacağı iş hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmaya gücü yetmesi, kendisini vekil edenin her bakımdan güvenine layık olması gerekir. Şu halde tevekkül, emin ve kuvvetli bir vekile güvenerek, işlerini ona bırakmak anlamındadır.
Tevekkülün ıstılâhî anlamı “kişinin, şartlarını yerine getirerek, işlerini Allah-u Teâlâ`ya bırakması, bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra Hakka güvenmesi; kalbin, her işte Allah`a (cc) itimat etmesi” şeklindedir.[4] Tevekkülde, dine veya dünyaya ait herhangi bir hususta, insan olarak bizim alabileceğimiz bütün tedbirler alındıktan, konu ile ilgili tüm girişimler yapıldıktan sonra, o işin neticesinin, olurluğunun Allah`a bırakılması esastır. Bu durumun doğal neticesi olarak kişi; Cenâb-ı Hakkın yaratacağı neticeyi güven ve rıza ile karşılayıp, insanlardan bir beklenti içerisinde olmamalı kısacası Allah`a güvenip, akıbetinden endişe etmemelidir.
b. Kur’an ve Sünnete Göre Tevekkül
Kur’an-ı kerimdeki tevekkül ayetleri incelendiğinde hemen hemen hepsinin birbirine benzer mahiyet arz ettiği görülmektedir. Özellikle yapılan her işte kendisine güvenilmesini, bilhassa mümin kimselerin Allah’a (cc) dayanıp güvenmesi gerektiği üzerinde çokça durulduğu görülmektedir. Tevbe suresi 51. ayette; “De ki: Allah`ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü`minler yalnızca Allah`a dayanıp güvensinler.[5]“; “Ölümsüz ve daima diri Allah`a güvenip dayan.[6]” ; “Sen, O mutlak gâlip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan.[7]“; “Allah`a güven. Vekil olarak Allah yeter.[8]“; “Kâfirlere ve münâfıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah`a güvenip dayan. Vekil ve destek olarak Allah yeter.[9]“; “Gerçek şu ki: iman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur.[10]“
Tevekkülle ilgili ayetler bir bütün olarak incelendiğinde tevekkül hallerine örnekler verilerek konunun izah edildiği, tevekkülün özünün Müslümanın her hal ve kârda Allah’a (cc) güvenip dayanması olduğu üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle şu iki ayeti kerime tedbirin alınması ve tevekkül arasındaki bağa işaret etmektedir. Yusuf suresi 67. ayette Cenâb-ı Hak (cc): “Sonra (Yakup Aleyhisselâm) şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah`tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah`tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O`na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O`na dayansınlar.[11]“; Yine Ali İmran suresi 159. ayette: “iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah`a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.[12]”
Bu iki ayette tevekkülden önce yapılması gerekenden bahsedilmektedir. Yakup Aleyhisselâm oğullarına hepiniz aynı kapıdan girmeyin ayrı ayrı kapıdan girin. “Başınıza bir zarar gelirse bir kişiye gelsin, hepinize bir şey olmasın” şeklinde buyurmuş ancak akabinde “Allah’dan gelecek bir şeyi kendisinin savamayacağını” da özellikle belirtmiştir. Tedbiri alıp öyle tevekkül etmiştir. Bu ayette Cenâb-ı Hakkın doğrudan buyruğu değil Yakup aleyhisselamın tevekkül anlayışından bahsedildiği görülmektedir. İkinci ayette Efendimize ﷺ, bir iş konusunda önce istişare etmesini sonra kendi kararını vermesini, kararını icra ettikten sonra neticeyi Allaha (cc) havale etmesini istemektedir.
Hadisi şerifler ve Efendimizin ﷺ yaşantısı incelendiğinde tevekkül konusu daha da netleşmekte yukarda bahsedilen ayeti kerimelerin içleri dolmaktadır. Efendimiz ﷺ bir gün; “Lâilâhe illAllah diyen herkes Cennet`e girecektir” deyince Hz. Ömer (r.a): “Ey Allah`ın Resûlu, bunu halka söylemeyelim; ittikâl ederler” demişti. İttikal; sebeplere sarılmadan ve Allah`ın (cc) diğer emirlerini yerine getirmeden Cennet`e girmeyi ümit ederler demektir. Yine bir gün Efendimize ﷺ; “devemi bırakıp tevekkül edeyim” diyen sahabeye “bağla da öyle tevekkül et” buyurmuşlardır[13].
Tevekkülle ilgili olarak en güzel ve yol gösterici örnek Hz. Ömer (ra) efendimizden gelmiştir. Hz. Ömer (ra) efendimiz Medine’de boşta gezen bir gruba: “siz necisiniz?” diye sorunca. Onlar da: “biz mütevekkilleriz” dediler. Bunun üzerine büyük halife: “hayır, siz mütevekkil değil, müteekkil (yiyici) lersiniz. Siz yalancısınız, tohumunu yere atıp (toprağa ekip) sonra tevekkül edene mütevekkil denir” buyurmuşlardır.
Tevekkülün ne olduğunu ifade buyuran bir hadisi şerifte Efendimiz ﷺ Ebu Hureyre’ye (ra) hitaben; “Ey Ebû Hureyre! Allah`tan başka hiçbir şeye ümit bağlama. Allah`a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allah Teâlâ Hazretlerinden iste. Allah-u Teâlâ`nın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allah Teâlâ`nın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.[14]“
Ayeti kerimeler ve hadisi şeriflerden de anlaşılacağı üzere tevekkül, görevin ifasını Allah`a havale etmek değildir. Emri ve kararı Allah`a bırakmaktır. Bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca öteden beri bilinen ve başvurulan sebepler, tedbirler ve çareler ne ise onları tatbik etmek vâciptir. Çünkü Allah Teâlâ bu âlemde her şeyin, her hâdisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çârelerin uygulanmasına bağlamıştır. Buna “tesbîb hikmeti” denir. Yani bir şeyin yaratılması, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçekleşir diye Allah (cc), bir düzen koymuştur. O`nun âdeti hep bu şekilde devam etmektedir. Allah`ın (cc) âdetinde de değişiklik olmayacağından olumlu veya olumsuz işler için insanın sebeplere dikkat etmesi, kendine düşeni yerine getirmesi gerekmektedir. Örneğin Cenâb-ı Hak bir çocuğun olmasını, cinsel birliktelik sebebine bağlamıştır. Hazreti Meryem annemiz hariç Cenâb-ı Hakkın âdeti böyledir. Ben Cenâb-ı Hakka mütevekkilim bana kaç çocuk vermişse olur deyip eşiyle beraber olmayan kişinin hali elbette tevekkül değildir.
Sebeplere sarılmadan Allah`a güvenmeye tevekkül değil, “ittikâl” denir. Kelime, mânâsı itibariyle pasifliği anlatır ve bu, yerilen bir durumdur. Cenâb-ı Hak kitabı keriminde insana çalışmasını, ilim öğrenmesini, rızkını aramasını, düşmanlarına karşı güç hazırlamasını, bilmediğini bilene sormasını, işlerinde istişare etmesini, kendisine yakarmasını, dua etmesini, âdil olmasını, yani her şeyi en uygun şekilde yapması için metot ve yöntem bilmesini emretmektedir. Bundan sonra da neticeyi kendisine arz etmesini, tevekkül etmesini isteyerek tevekkül edenleri de sevdiğini buyurmaktadır. Bu iki durum arasındaki ince ayrım İslâmın ilk dönemlerinden beri tartışma konusu olmuştur. Tevekkül konusunun püf noktası burasıdır.
Konuyla ilgili İslâmi kaynakları taradığımızda tevekkülle ilgili âlimlerin ve Allah dostlarının bu püf noktayla ilgili çeşitli tanımlarına rastladık. Her âlim ve Allah dostu Hakka olan yakınlığına göre tanımlar yaptığına şahit olduk. Mesela bir Allah dostu tevekkülü; “çölde bir aslan sürüsünün kendisine saldırdığında kalbinde hiçbir korku oluşmuyorsa bu hale tevekkül denir” şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanım İmamı Gazali Hazretlerinin de hoşuna gittiğini okuduğumuz eserlerinden anlıyoruz (Gazali, ihya-tevekkül bahsi). Burada insanın Hakka öyle bir güveninden bahsedilmektedir ki aslan sürüsü bile saldırsa, Cenâb-ı Hak kendisine ne murâd etmiş ise onun olacağı konusunda kalp tam mutmaindir. Neticenin değişmeyeceğinde katilik hissi vardır. Kalbine değişik bir korku gelmemektedir. Tevekkül böyle olmalıdır buyurmaktadırlar.
İmamı Gazali hazretleri “Her zâhid tevekkül sahibi olmayabilir ancak her mütevekkil aynı zamanda zâhiddir” buyurarak tevekkülü zühdden daha üst bir hâl olarak görmüşlerdir.
Hâce-i Hâcegân [15]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s.1072.
[2] Ali Osman Tatlısu, Esmâü`l Hüsnâ Şerhi, s.147.
[3] Nisâ 4/81, Ahzâb 33/3.
[4] Dînî Terimler Sözlüğü, c. II, s.263.
[5] Tevbe, 51.
[6] Furkan, 58.
[7] Şuarâ, 217.
[8] Ahzâb, 3.
[9] Ahzâb, 48.
[10] Nahl, 99.
[11] Yusuf, 67.
[12] Âl-i İmrân, 159.
[13] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 60.
[14] Dînî Terimler Sözlüğü, c. II, s.263.
[15] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.

Hâce Turâbul Akdem [1], Hâcegânın kutlu yolunun hocası olup aynı zamanda Hâcegân Vakfı Genel Başkanlığını da yürüten kişidir.

[1] Hâce Turâbül Akdem: Hâcegân Vakfı Genel Başkanlığı görevini yürüten, Hâcegânın kutlu yolunun hocası, Hâce-i Hâcegânın da mahlası olarak kullanılmaktadır.
Turâbul Akdem: Efendimizin ﷺ ayağının tozu, önüne serilen toprak manasına gelmektedir. Miraçta Efendimiz ﷺ Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkarken Musa (as) gibi ayakkabılarını çıkarmak istedi. Bu durum üzerine Cenab-ı Hak Efendimize ﷺ hitaben; “Ayakkabılarını çıkarma, Ayağının tozuyla semâvât da şereflensin” buyurdular. Burada vücut bulan “Turâbül Akdem- Ayağının tozu” ifadesi tasavvufta bir hâl, bir sıfat olarak kullanılmaktadır. Bilgi için Bkz:https://haceganvakfi.org/hace-turabul-akdem-2/
Hâcegân Vakfı Genel Başkanımız, Hâce-i Hâcegân, Hâcegânın kutlu yolunun hocası, Hâce Turâbul Akdem tarafından kaleme alınan ve internet sitemizde yayınlanan Hâcegân yolunun 12 esasına aşağıda yeşil olarak gözüken bölümlerin üzerine tıklayarak erişim sağlayabilirsiniz.

1. AKLI SELİM OLMAK
2. KALBİ SELİM OLMAK
3. ANLAYIŞI SAHİH OLMAK
4. TEFEKKÜR EHLİ OLMAK
5. MUHASEBEDE DAİM OLMAK
6. ZİKİR EHLİ OLMAK
7. ŞÜKÜR EHLİ OLMAK
8. SABIR EHLİ OLMAK
9. ZÜHD SAHİBİ OLMAK
10. HİZMET EHLİ OLMAK
11. TEVEKKÜL SAHİBİ OLMAK
12. TESLİMİYETTE OLMAK
Hâce Hafız Osman Bedrüddîn-i Erzurûmî (k.s.) Hazretleri, 1856 yılında Erzurum da doğmuştur. Babası, ilim ve fazileti ve tasavvuf konularındaki liyâkatiyle tanınmış Seyyid Selman Sükûtî Efendi, vâlideleri ise Esmâ Hatun ‘dur.
Osman Bedrüddin Efendi, alel’âde insanlardan çok farklı bir kişilik ve misyonla (memûriyyet) Dünyâya geldiğini, gerek düşünüş ve davranışlarıyla, gerekse, yaşını çok aşan ciddî konulara karşı dikkat ve alâkasıyla gören gözlere ilân ve ifşâ eder.
Tabiî ki O’nun yaratılışındaki müstesnâlığı ilk fark eden, kendisi de kâmil bir zât olan, muhterem pederleri Selman Sükûtî Efendidir. Onun içindir ki Osman Bedrüddin Hazretlerinin büyük bir mürşîd ve bir insân-ı kâmil oluşunu hazırlayan vetirede (süreç) ilk muallim ve mürebbîsi olmak gibi bir vazîfeyi muhterem pederleri yerine getirmiştir.
Henüz dokuz yaşında iken Kur’ân-ı Kerîm’i bütünü ile ezberleyip, hıfzını ikmal eden Osman Bedrüddin efendi; on yaşından itibaren, o devredeki öğrenim usulüne uygun olarak sarf, nahiv, emsile, binâ, maksud, avâmil, izhâr, hadîs ve tefsir gibi öğrenim safhalarını başarı ile tamamlayarak; hafızlığı yanında, ilim adamlığı hüviyetini de iktisap etmeye başlar.
On ile yirmi yaş arasındaki bu devresinde O’nun öğrenim ve eğitimi ile meşgul olan kişiler, başta peder-i âlîleri olmak üzere, Molla Sâmî ve Seyyid Ahmed Meramîdir. Bu zevatın himmet ve sohbetleri ile, o günkü zâhirî ilimlerde ve bir ölçüde de tasavvuf da, yaşından beklenmeyen bir derinlik ve seviyenin de sahibidir.
1877-1878 yıllarında Erzurum üzüntülü günler yaşamaktadır. 93 harbi diye anılan çarpışmalar, arzu edilmeyen bir seyir tâkip etmekte ve Ruslara karşı, Ordu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Erzurum Kalesine çekilerek bir müdafaa hattı tesisine çalışmaktadır. Harbin neticesine büyük ölçüde tesir edecek olan bu müdafaa ile sonunda düşündüğü taarruz için Erzurum halkının maneviyatını yükselterek, ordu ile birlikte onları da topyekûn bir karşı koyuşa hazır hâle getirmenin gayreti içindedir. İşte böyle bir gün ve ortamda, halkta beklenen heyecan patlamasını meydana getirecek bir kıvılcıma ihtiyaç duyulmaktadır. Nihâyet, 8 Kasım 1877 günü sabah namazı vakti yaklaşmaktadır. Görülür ki, Ayazpaşa Câmi-i Şerifinin minaresinden okunarak dalga dalga bütün Erzurum’a dağılan bir ezan sesi, beklenen bu kıvılcımın rolünü oynamıştır. Her zamankinden çok farklı bir şekilde okunan ve tesir eden bu sabah ezanı ile Erzurum halkı galeyana gelerek, evvelâ Ayazpaşa Câmiine koşar ve namazdan sonra da evinde ne bulursa; tüfek, tabanca, kazma, kürek, tahra, bıçak ve kılıç, alarak cepheye koşar. Erzurum’a kadar gelmiş Rus kuvvetlerine karşı, galeyana gelmiş Erzurum Halkının da katılmasıyla, ordumuz, mukabil bir taarruza geçerek, onları perişan bir şekilde geri çekilmeye ve kaçmaya mecbur bırakır.
O gün, sabah namazı vakti, okuduğu ezan ile Erzurum halkını ateşleyen; tahmin edileceği üzere, Osman Bedrüddin efendidir. Kendisi de Erzurum halkının en önünde bu çarpışmalara katılır. O günkü taarruzda gösterdiği gayret ve aşırı cesareti ile nazar-ı dikkati çeken Osman Bedrüddin (k.s), Gazi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 28. Alay’ın 3. Tabur imamlığına tayin edilir. Böylece o güne kadar Hafız Osman Bedrüddin diye anılırken, o günden sonra, Osmanlının şerefli bir subayı olarak İmam Efendi diye anılmaya başlayacaktır.
Harp sonrası taburu ile birlikte o zamanki ismiyle Diyârbekir havalisine tayin olunan İmam Efendi; gördüğü bir rüya üzerine, gene o zamanki ismiyle El’azîz’in Palu kazasına giderek büyük velî ve nakşî şeyhi Seyyid Mahmud Sâminî Hazretlerini ziyaretle, çok özel sohbetlerine katılır.
Bu ilk tanıma ve tanışma devresinde, muhâtab ve müşâhid olduğu bazı, hâl ve buyruklarının manevi tesiriyle, o ana kadar içinde bulunduğu tereddüdünü aşarak, Seyyid Mahmud Sâminî Hz.ne intisap eder. Tasavvufi konularda, muhterem pederi ile evvelki hocalarından Seyyid Ahmed Merâmî hazretlerinin himmetleriyle, iktisap ettiği bilgi ve ruhi kıvamını, bu defa, yaratılışındaki müstesna kabiliyeti ve büyük mürşid Mahmud Sâminî Hazretlerinin himmet ve sohbetleriyle, kısa zamanda daha da geliştirerek seyr-i sülûkünü ikmal eder.
Bir müddet sonra, izinli bulunduğu ve O Palu’da iken Çemişgezek ilçesine nakledilen Tabur’una avdet eder. Artık O, talip olanları irşâd ve manen terbiye etmeye, mürşidi Mahmud Sâminî Hazretleri tarafından memur ve mezun kılınmıştır.
Hayatının bu yeni devresinde Osman Bedrüddin Hazretleri artık olgun, kâmil bir mürşiddir. Hak ve Hakikate susamış insanlara mana ve fikir derinliği ile dopdolu, yüksek seviyeli tasavvufi sohbetleriyle, insan denilen muazzez varlığı ve o’nun niçin ve hangi gaye ile yaratıldığını; üzerinde emaneten taşıdığı ömür sermayesini nasıl değerlendirmesi gerektiğini, nasıl bir ruh ve kalp olgunluğuna erişerek yaratılışındaki ulviyet ve yüceliği iktisap edebileceğini gece ve gündüz durmadan anlatır.
Çemişgezek ve civarındaki il ve ilçeler halkına, üzerinde memur ve mezun bulunduğu nice hakikati on beş sene müddetle anlatan; ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle onları ikaz ve irşad eden İmam Efendi, 1909 yılında Tabur İmamlığı vazifesinden emekli olur. Bunun üzerine doğru Mürşidi Mahmud Sâminî Hazretlerinin mübarek ve huzur dolu mekânına, Palu’ya, avdet eder. Bir müddet sonra da, Mürşidinin işareti üzerine, irşad vazifesini ifa etmek üzere, o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a yerleşir.
Osman Bedrüddin Hazretlerinin Harput’taki devresi, dopdolu hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Kendisini artık bütünüyle tasavvufî konulara, sohbetlere ve çalışmalara verir. Harput’taki sohbetlerini yaptığı ve hâlen de mevcut bulunan Kurşunlu Camii, günler geçtikçe hakikat talipleriyle dolar ve taşar.
Zaman zaman Aziz Mürşidini ziyaret maksadı ile gittiği Palu ile beraber, imkânsızlıklar sebebiyle kendisine sık gelemeyen mürîdânına ulaşabilmek ve sohbetleriyle onları belli bir kıvamda tutabilmek için civar kaza ve vilâyetlere yaptığı seyahatlerde, büyük alâka ve muhabbetle takip olunur. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği ilim ve irfanı, müstesna aşkı, yücelten bir ahlâkı, bunlardan habersiz insanlara, durmadan aktarmayı, onların da bunlardan nasipli hâle gelmelerini, hayatının yegâne gayesi haline getirir. Böylece, bazı kaynakların belirttiği şekilde, bu devresinde, iki yüz bine yakın insanın manevi cehaletten kurtulmalarına vesile olur.
O artık, gönlünü dolduran Allah ve Peygamber muhabbeti, insanlara karşı sergilediği şefkat ve merhameti, afiv ve müsâmahası, mahviyyet ve tevâzuu, hâsılı bütün davranışlarına hâkim kıldığı ‘Ahlâk-ı Muhammedî’ ile kendisini tanımak şeref ve mazhariyetine eren insanların gönlünde taht kurmuş, bir büyük velî ve bir büyük mürşiddir.
İrşâdına vasıta kıldığı müstesna sohbetleri ile O, insanların mana ve bâtınlarına kolaylıkta ulaşabilmekte; Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye gibi bitmez ve tükenmez iki kaynaktan devşirdiği hakikatleri, onların gönüllerine çağlayanlar gibi akıtmaktadır. Himmet, hizmet ve gayretlerinin tek hedefi vardır: İnsanın yaratılışının tek gayesi olan Allah’ı biliş, buluş ve O’na erişi tarif ve anlatabilmek; bu nihai hedefe vasıl olabilmek için kendisini behemehal tanımamız ve aşk seviyesinde sevmemiz lâzım gelen varlığı, yâni ümmeti olmakta şereflerin en yücesine mazhar olduğumuz Hz. Muhammed Mustafa ﷺ Efendimizi tanıtabilmek; Allah’ımızın Kur’ân-ı Kerîm’de tarif buyurduğu, Peygamber Efendimizin de 63 yıllık benzersiz hayatı ile bizzat yaşayarak bizlere gösterdiği, “İlâhî-Muhammedî” ahlâk ile ahlâklanmanın, usûl ve yollarını gösterebilmek ve bu konuda aşk denilen, ancak yaşayanların yaşadıkları ölçüde agâh olabilecekleri Hak Tecellisinin zuhuruna zemin olabilecek “Ruh İklimi”ni hazırlayabilmek…
Böylesine hummalı bir himmet ve gayretin içerisinde iken, Osman Bedrüddin Hazretleri, 1911 yılında Hacca gider ve Mukaddes bir mekânda vuku bulan bu mübarek ziyaretin müstesna tecellilerine ve manevî varidatına mazhar bir şekilde döndükten sonra irşad vazifesine farklı bir manevi dolulukla devam eder.
Civardaki il ve ilçelerden gelebilme imkânına sahip olan evlâtları ile Harput’taki sohbetleri dolup taşarken, gelebilme imkânı bulunmayan mürîdânını mahrum bırakmamak için, zaman zaman kendileri de civar il ve ilçelere kadar gitmekte, sohbet ve himmetiyle, gönüllerine sürür bahşetmektedir. Osman Bedrüddin Hazretlerinin elinde sohbet, âdeta ölü ruhlara can bahşeden bir iksirdir. Sohbetlerinde en çok üzerinde durduğu konu, bir Mürebbi-i hakîkî eliyle nefs-i terbiye ederek, insan varlığı için zararlı bir unsur olmaktan çıkarıp, nefis bir hâle getirmektir. Çünkü Nefs, bize Rabbimizi unutturmaya; Ruhumuz ise, bizi Rabbimize yöneltmeye memur iki unsurdur. Birinin zararlı faaliyetini kontrol altına alır ve zararsız hâle getirirken, diğerinin makbul olan memuriyetini kolayca ifa edebileceği bir güce kavuşturmak, insanın nihai kurtuluşu konusunda hayati bir ehemmiyet taşır.
Ve yine Osman Bedrüddin Hazretlerine göre: insanın bütün niyet ve davranışları ancak Allah için olmalıdır. Çünkü ortaya Allah için konulmayan her niyet ve harekette nefsin payı vardır. Yâni Allah için olmayan her şey, nefs içindir. Bu itibarla, kaynağı münhasıran bedenî arzu ve isteklerimiz olan niyet ve davranışlarımızın, bizi dünyevî ve uhrevî perişanlığa sürüklemesi mukadderdir. Böyle korkulu bir perişanlıktan her iki âlemde de kurtulabilmenin yolu ve tek çaresi, mevhum varlığımızı ve bu varlığa ait istek, arzu ve taleplerimizi, Hakk’ın Mutlak Varlığı karşısında ifna etmek suretiyle, yalnız Allah için yaşayan, Allah için niyet ve hareket eden biri olabilmektir.
Dünya Hayatı, Hazret‘e göre, işte yalnız bu yönüyle insan için mühimdir. O’nun dünyaya gönderilişinde, bu hikmet gizlidir. Ve insan bu hikmete bağlı şekilde yaşarsa, dünya hayatı onun için her iki âlemdeki saadet ve huzura açılan müstesna bir kapıdır. Bu hikmetten uzak şekilde yaşandığı takdirde ise Dünya Hayatı, bunalımlara, felâket ve perişanlığa, kıvrantı ve tedirginliklere açılan bir kapı olur. Yâni idrak ve yaşayış şeklimize göre Dünya; ya huzur ve saadetimize, veya perişanlık ve felâketimize sebep olur.
Öyleyse âkil olan, Allah’ın bahşettiği bu imkânı, felâketine değil, huzur ve saadetine vesile olacak şekilde değerlendirmeli; geçici ve aldatıcı şeyler peşinde harcayarak, heder etmemelidir. Bunu yapabilmek ise tabiî ki, incelik ve derinliği bulunan bazı konuların bilinmesine, onları hayat ve yaşayışımızın vazgeçilmez prensipleri haline getirmemize bağlıdır. Böyle olabilmek ve böyle davranabilmek, insan için pek büyük bir hünerdir. Böyle bir hünerin elde edilebilmesi ve hedeflenen neticeyi hasıl edebilmesi ise insanın kendi kendine tahakkuk ettirebileceği bir şey değildir.
Bir mütehassıs Doktor’un tavsiyelerine uygun olmayan, tarifesiz bir şekilde gelişigüzel kullanılacak olan bir ilaçtan herhangi bir faydanın elde edilemeyeceğini söyleyen Osman Bedrüddin Hazretleri: “Cenâb-ı Hakk’ın tarifi, Peygamber ﷺ Efendimiz Hazretlerinin ve O’nun hakîkî vârisi durumunda bulunan evliyâullah’ın, bizzat yaşayış, buyruk ve tavsiyelerine uygun bir şekilde öğrenilip yaşandığı takdirde, Dünya Hayatı, Mâ’rifetullah ve Vuslat-ı İlâhiyyeye vesile olur. Böyle değil de yerinde olmayan bir şekilde kullanılırsa, ahlâksızlığa ve Hakk’dan yüz çevirmeye sebep olur. Hatta insanı zevâl-i îmân’a kadar sürükleyip götürür” diye buyurduktan sonra; bir kalp de hem Allah hem de mahluk korkusunun birleşemeyeceğini anlatır.
Bir gün mürîdânından birinin sualine cevap olarak şöyle buyurur: “Tasavvuf kitap satırlarından okunarak elde edilecek kuru bir bilgi değildir. Tasavvufa dair kitaplar, yalnız usûl ve Âdâb’a taalluk eden şeyleri öğretir. Tasavvufun bizâtihi kendisinin tahsili, ancak bir mürşîd-i Kâmil’den amelî ve tatbîkî bir yolla, kişinin kendi vücut kitabını okumasıyla mümkündür.”
O’na göre Tasavvuf; kitap ve Sünnet-i Seniyyeye dayanan İlâhî ve Rabbânî hikmetin adıdır. Mevzuu ise Gafletten sakındırıp, insana, huzûr-u dâimi hâlini kazandırmaktır. Bu yolla kişiyi Nefsin kötü huylarından arındırıp, Mevlâ’ya lâyık bir kul haline getirmektir.
Bu hüviyeti ile Tasavvuf; iş, yaşayış, hâl ve ahlâktır. Bu işi, hâli ve ahlâkı öğrenmenin zaruri yolu ise bir öğretici ve eğiticiye müracaattır. Nitekim sahâbe-i kiram efendilerimiz, Kur’ân-ı Kerîm ellerinde ve önlerinde olduğu halde, nefslerinin tezkiyesi ve ruhlarının tasfiyesi ile o yüksek ahlâkı, yalnız Peygamber ﷺ Efendimizin Fem-i Saadetlerinden ve Sünnet-i Seniyelerinden aldılar. Onlar severek, dinleyerek, görerek ve yaşayarak öğrendiler ve öğrettiler.
Ve sonra da şöyle buyurur: “Câlib-i dikkattir ki onlar, Peygamber ﷺ Efendimize: ‘Yâ Rasulâllah, ne yapalım ki daha çok sevaba nail olabilelim?’ diye değil, ‘ne yapalım ki Muhabbetüllah ve muhabbet-i Rasûlillâh’a daha çok mazhar ve muhatap olalım’ diye sual ederlerdi.”
Ve nihâyet bir gün, maddesi ile fâni her insan gibi, O’nun da Dünyamızdan Âlem-i Bekâ’ya intikal zamanı gelir. Vefatından birkaç gün önce, bu gidişin işaretini veren, ayni zamanda, derin ve ince nükteler taşıyan şu vasiyetnamesini yazarak beyan eder:
“Ey benim evlâd ve birader ve akrabalarım; İslâmiyette ve Tarîk-i Hudâda olan İhvân-ı Dîn ‘im!
Cenâb-ı Zât-i Ecell-ü-Âlâ Hazretleri hâzır ve nazır ve şâhidimdir ki: ben ehl-i sünnet vel cemâat mezhebi ve itikâd-ı sahih’i üzere mü’min, muvahhid bir abd-i müslim’im, Hakka Elhamdülillâhi Teâlâ alâ niamihî ve ihsânih.
Şâyet ömrüm tamam olup, Emr-i İlâhî üzere Âhiret’e intikal ve Rahmet-i Rabbâniyyeye nâil olur isem, âhir-i ömrümde, düşmanlarımız olan, Şeytân-ı aleyhi mâ yestehıkku (Layığını bulasıca Şeytan) ve Nefs ve kuvve-i vâhime taraflarından bu İslâmiyyetin gayri birşeyi ilka’ edip şaşırtmak isterlerse ben onları kabul etmem. Ancak, Dîn-i Mübîn-i İslâmda olmaklığımı, şimdiden işitip ve istima’ buyurup Yevm-i Kıyâmette İslâmiyetime şehâdet buyurmanızı niyaz ve temennî ederim. Muvahhidim Elhamdülillâh, Lâilâhe illâllah Muhammedün Rasûlüllah… Hakkan ve Yakînen ve sıdkâ Eşhedü en lâilâhe illâllah. Ve eşhedü enne Mühammeden abdühû ve Resûlüh. Lâilâhe illallâhü Vahdehû lâşerîkeleh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in Kadîr. Lâ ilâhe illâllâhü’l-melikül Hakku’l- mübîn. Muhammedün Rasûlüllah, sâdiku’l-va’dül emîn…
İşte şu Tevhidime şâhid olmanız müsterhamdır. Fakat ben bir abd-i müznib, âciz ve mücrim bir kulum. Cenâb-ı Erhamürrahimîn Hazretlerinin: “Lâ taknetu min Rahmetillâh. İnnallâhe yağfıru’z-zünûbe cemîâ. İnnehû Hüve’l-Ğafû- ru’r-rahîm” âyet-i celîlesini senet ittihaz ile tevbe ve rücû ederek ve Rahmet-i Rabbürrabîm’e ilticâ eyleyerek ve peygamberimiz, peygamber-i zîşan aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî ve ihvânihî, min-sâiri’l-enbiyâi salevâtüllâhi’l-Meliku’l-Mennân Hazretlerinin Rahmetenli’l-Âlemîn ve Şefîa’l-müznibîn olduğundan, mazhar-ı şefâat-i Nebevî’si olmayı ümid ederek giderim.
Ve evliyâullah’ın ve sâdât-ı kirâm-ı Nakşibendiyye Kaddesallâhü esrârahümül aliyye hazerâtı’nın bu abd-i müznib’e feyz ve kerem ve imdatlarını ümid ederim.
Husûsan, Hz.Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend ve pirim Mevlânâ Hâlid ve Şeyh Aliyyüssebtî ve Mürşid-i Mükerremim Hâce Mahmud Sâminî ve vâlid-i mâcidim Selmân-ı Sükûti el-Hâlidî (kaddesallâhü esrârahüm) zevâtının imdâd-ı mâneviyyelerini ve Cenâb-ı Hakk’a bu abd-i müznib için şefâatci olmalarını lütuf ve keremlerinden niyâz ederim.
Emr-i Hak vâki olup Âhiret’e irtihâlimde, üzerime Kur’ân-ı Azîmüşşân tilâvet buyurasınız.
Rabbim Celle Şânühû Hazretleri îman ve Kur’ân ile husn- i hâtime ihsan buyursun, bu abd-i hakire de, cümle İhvân-ı Dînime de…
Âmîn… bihurmeti men erseltehû Rahmeten lil’âlemîn… ”
Bu vasiyetinden sonra, çıkacağı madde ötesi yolculuğa, artık O hazırdır. Allah’ın kendisine emaneten bahşettiği “Dünyevî Ömür” sermayesinin, her zerresini, her saat ve dakikasını, Halikını ve ümmeti olmak mazhariyetini, her an her zerresi ile yaşadığı, Peygamberini hoşnut edecek şekilde değerlendirmiş bir müstesna kul olarak Huzur-u Îlâhî’ye intikal eder.
Vefatının vuku bulduğu yıl 1924, ay Teşrîn-i Evvel (17 Ekim 1924 ) ve mekân Harput’tur. İnsan denilen muazzez varlığın ulviyet, şeref ve yüceliğini; hakîkî mâniada insan olabilmenin, yolunu ve usulünü bildirebilmek yolunda, bütün bir ömrünü kendilerine vakfettiği binlerce insanın omuzlarında, fâni bedeni Harput’un Meteris Kabristanına taşınırken; azîz Ruh’u bir ömür boyu aşk’ı ile yandığı Varlığ-ı İlâhîye ve Rûh-u Peygamberî’ye kavuşur.
Kabr-i Saâdeti’nin üzerine daha sonra bir türbe yaptırılmış ve kabir taşına şu mısra’lar yazılmıştır:
Erzurûmî Şeyh Bedreddin Efendi kim bu zât, Sâha-i irşâd’da bir Pîr-i pür temkîn idi.
. Etti vaktâ ki üfûl ol Pîr-i Peygamberzemîr, Rûmî üçyüz kırktı, târih evvel teşrin idi.
Osman Bedrüddin Hazretleri, Doğu Anadolu’da kendisini tanıyan veya mübarek ismini duyan binlerce kişiden aldığı mektupları bir bir cevaplandırmayı da katiyyen ihmal etmemiş ve lütfedip gönderdikleri bu cevaplardan 400 kadarını Gülzâr-ı Sâminî ismi altında bir araya getiren bir de Mektûbât’ı mevcuttur.
Aynı hakikatleri dile getirdiğini düşünerek, “Gülzâr-ı Sâminî- Sohbetler” ismiyle sunulan bir diğer eseri daha bulunmaktadır. Bu eser marifet yayınları uhdesinde iken tüm maddi ve manevi haklarıyla beraber telif, yayın ve dağıtım hakları “Hâcegân Vakfı Yayınları” na devredilmiştir. 6. Baskısı 2024 yılında yapılan bu eserde; hazretin taburda yaptığı sohbetlerin yine taburda görevli subaylar tarafından tutulan el notlarından oluşturulmuştur.
Ayrıca Osman Bedrüddin Hazretlerinin, Edebiyat ve Şiirimize vukûfiyetini, “Arûz”u kullanıştaki ustalığını, muhtevâsı ile de “Ma’rifetüllah ve İlm-i ledün” gibi tasavvufi konulardaki temkin ve vüs’atini aksettiren şiirlerinden vücut bulmuş biri “Dîvân ’i da mevcuttur.
Osman Bedrüddin Hazretleri, dünyada hatıra olarak Nureddin ve Ziyâeddin isimli iki oğul bırakmıştır. Bunlardan Ziyâeddin Beyefendi Elâzığ Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğinden emekli olarak Elâzığ’da yaşamıştır.
Bir ara Sâminî hazrelteri “Mustafa, Mustafa! Hâfızı bana gönder!” diye heybetli bir sesle bağırdı. Bu heybetli sesi işitenler heyecâna kapıldılar. İmâm Efendi birden bire titremeye başladı. Telaşla hocasına koştu. Vilâyet heybeti onu titretiyordu. Huzûruna varınca, onu tutup riyâzet odasına soktu (İmam Efendi hazretlerinin riyazete girdiği bu odan hâlen Sâminî hazretlerinin evinde sohbet odası içerisindedir). Artık o, tam bir teslimiyet içinde hocasının elini öperek bağlılığını arzetti. Sonra; “Burada ne kadar kalacağım” diye suâl edince, şöyle cevap verdi: “Allahü teâlânın dilediği kadar, bir an, bir gün, kırk gün, belki kırk yıl. Bu bir harman, bir meydan, bir devrandır. Devran da meydan da harman da senin. Zaman mahsul zamânıdır. Yiğitlik şimdi belli olur, mânevî dereceleri katetme zamânıdır. Dikkat lâzımdır. Hâfız! Hazret-i Hızır’ın şerbeti, fadlına; Ahmet Merâmî hocanın emekleri ise, ilmine ve aşkına sebeb oldu. Büyüğümüz Muhammed Behâeddîn hazretleri ve diğer büyükler rehberlik ederek senin bize gelmeni işâret ettiler değil mi? Erzurum’da Ayaz Paşa Câmii minâresinde okuduğun ezân-ı Muhammedî, mâneviyât âleminin erenlerini cihâda dâvet etti. Yer gök sarsıldı. Bütün evliyâ, şühedâ ve sâlihlerin rûhları Erzurum semâlarında toplandı.
Hâfız! Moskofları, taşla kovaladığın zaman biz de oradaydık. Bunlar hep evliyâlığın cilveleridir. Asıl mârifet, hakîkatler ötesindeki hakîkate ermektir. Metin ol. Allahü teâlâ yardımcındır…”
İmâm Efendi kısa zamanda tasavvufta yetişip kemâle erdi; on sekiz günde icâzet aldı.Vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu’da kaldı. Bu arada hocasının sohbetlerinde bulundu.
Daha sonra vazîfesi icâbı askerî taburla birlikte Dersim’e gitti. Taburu Dersim’den Çemişgezek’e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. Buradan Palu’ya sık sık hocası Mahmûd-ı Sâminî hazretlerini ziyârete giden İmâm Efendi, onun duâsını alır ve sohbetini dinleyip geri dönerdi. İmâm Efendi 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput’a yerleşti. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgûl oldu. Derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pekçok zâtı tasavvufta yetiştirdi. Pekçok insanı da cehâletten kurtarıp, sâlihlerden eyledi. İlme, mârifete ve feyze susamış iki yüz bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşd, hidâyet ve mârifete kavuştu.
İmam Efendi hazretlerinin, ikiyüz binden ziyade müridi içerisinde tespit edebildiğimiz halifeleri aşağıdadır. Aşağıdaki büyük velilerden belirttiklerimiz ile Silsile-i Aliyye devam etmiştir (Kaddesallahu Sîrrahulaziz)
1) Seyyid Hace Mustafa Naci Hazretleri (k.s.) (Hoca Efendi Hazretleri) (İmam Efendiden sonra manevi sırların ve zamanının sahibi, Gavs-ı Azamı, İnsan-ı Kâmili, Silsile-i Aliyyenin 35. halkası. İlk icazetini Mahmûd Sâminî hazretlerinden almış. İmam Efendi hazretleri de bu icazete Sâminî hazretlerinin irtihallerinden sonra mührünü vurarak onaylamıştır. Yani, iki nur sahibidir. Kabr-i Şerifi Harputta İmam Efendi türbesi içerisinde girişte sağdaki kabirdir),
2) Seyyid Sadeddin (Sadi) Efendi Hazretleri (k.s.) (Sâminî hazretlerinin torunudur. Kabri, Sâminî hazretlerinin türbesi içindedir. Şehiddir),
3) Büyük İslam alimi Ömer Nasuhi Bilmen (k.s.)’ e de hilafet vermiştir,
İmam Efendi Hazretleri bu halifelerinin yanı sıra Harputta 5 kardeş isimiyle meşhur olmuş olan 5 büyük halife yetiştirmiştir. Bunlar Nureddin Efendi (k.s.), Sonsürülü Seyyid Molla Hüseyin Efendi (k.s.), Seyyid Musa Kâzım Hazretleri (k.s.), Seyyid Sadeddin Tilenzigi Hazretleri (k.s.), Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi Harputî (k.s.) hazretleridir. Vefat sırasına göre;
4) Seyyid Nureddin Efendi Hazretleri (İmam Efendi’nin oğludur. Kabri, İmam Efendinin türbesi içerisinde girişte hemen karşıdaki kabirdir.
5) Sürsürülü (Sonsürülü) Seyyid Molla Hüseyin Efendi (Kabri, İmam Efendi hazretlerinin türbesinin dışında, güney tarafında, türbeye yaklaşık üç metre uzaklıktadır,
6) Seyyid Musa Kâzım Harputî Hazretleri (Hace Mustafa Naci Hazretlerinden sonra, Gavsiyet makamındaki büyük zattır. İcazetnamesinde hem İmam Efendi Hazretlerinin, hem de Hace Mustafa Naci hazretlerinin mühürleri vardır. Zamanının sahibi, İnsan-ı Kâmili, ilahi nurların ve feyzlerin kaynağı ve Silsile-i Aliyye’nin 36. halkasıdır. Türbesi Harputta İmam Efendi’nin türbesinin kuzey tarafında yaklaşık 20 metre uzağındadır).
7) Seyyid Sadeddin Efendi Hazretleri (k.s.) (Tilenzik köyünden. Kabri, İmam Efendi hazretlerinin türbesinin dışında, kapısının hemen sağındadır).
8) Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi Harputî Hazretleri (k.s.) (Musa Kâzım Hazretlerinden sonra Allah-u Teâla ve peygamberimiz emriyle zamanının sahibi, Gavs-ı Azamı. İcazetnamesinde İmam Efendi Hazretleri, Hace Mustafa Naci Efendi Hazretleri ve Musa Kâzım Harputi hazretlerinin mührünü taşımaktaydı ki böyle bir icazet kimseye nasip olmamıştır. Üç nur sahibidir. Nakşi tarikatının Ettasi lakabıyla meşhur 9. Müceddidi ve Peygamber Efendimizden gelen ve yüzyıllarca sineden sineye nakl olan manevi sırların, hikmetlerin ve feyzlerin yegâne kaynağı, büyük alimler ve veliler zinciri olan Silsile-i Aliyye’nin 37. halkası).
İmam Efendi Hazretleri sohbetlerinde aslâ siyâsî ve boş şeyler konuşulmazdı. 1911 senesinde Harput’un ileri gelenlerinden pekçok zâtla birlikte hacca gitti. Bu Hicaz seferinde; Şam, Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulundular.
İmâm Efendi buyurdu ki: “İnsan Allahü teâlânın nîmetlerini düşünse, bunların şükrünü nasıl yerine getireceğinden hayret eder. Şükrünü tam mânâsı ile edâ etmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, emirlerine itâat ve yasaklarından kaçma gibi azıcık bir şeyden râzı oluyor. Pekçok ikrâm ve ihsânda bulunuyor.”
“Cehennem iki türlüdür. Hem sıcak, hem soğuk Cehennem vardır. Cenâb-ı Hak kışın şiddetli soğuğunu yaratmış ki, insanlar Cehennem’in soğuğunu hatırlasınlar da ondan sakınsınlar. Yazın en sıcak günlerini de yaratmış ki bundan da Cehennem’in sıcağını hatırlasınlar da ondan sakınma çârelerine yönelsinler”
“Tasavvuf, kitap ve sünnete dayanan ilâhî ve rabbânî hikmetin adıdır. Mevzuu ise, kişiyi gafletten sakındırıp, Allahü teâlâ ile berâber olmayı kazandırmaktır. Faydası da; kişiyi nefsin kötü huylarından arındırıp İnsanı Kâmil ve Mevlâya lâyık bir kul yapmaktır.”
Vefâtından birkaç gün evvel vasiyetini yazdı. Vefât ettiğinde, halk arasında çok sevildiğinden, cenâzesinde büyük bir kalabalık toplandı. Harput’ta Meteris kabristanına defnedildi. Bilâhare kabri üzerine türbe yapıldı. Ziyâret edilmektedir. Bizzat kendi yaptığı sohbet derslerinin toplanmasıyla oluşturulmuş, enfes sohbetleri Hâcegân Vakfı Yayınları tarafından Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler adı altından bastırılmıştır. Hâlen okuyanları feyzlerin kaynağından nasiplendirir ve başka dünyalara götürür. Diğer taraftan, sevenlerine yazdığı mektuplar yine Hâcegân Vakfı Yayınları tarafından tek Cilt olarak Mektûbat ismiyle basılmıştır. Gülbün-i İrşâd ve Mecâlis-i Sâminiyye adında beş ciltlik kasîdesi vardır.
Hazretin sohbet-i seniyyelerine ait tutulmuş bütün buyruklarından devşirebileceğimiz hayati noktaları birleştirir ve maddeleştirmeye çalışırsak, aşağıdaki ölmez prensiplere ulaşmamız mümkündür. Şüphesiz ki bu prensipler, dünyevî hayatımızın heder edilmeden değerlendirilebilmesi mevzuunda, her zaman ve mekânda, her insan için geçerlidirler.
Böylece, kifayetsiz yüzme bilgimiz ve mecalsiz kulaçlarımızla içine dalmaya cüret ettiğimiz; satır ve sahifeler boyu, enginlerine doğru sefer etmeye çalıştığımız, Osman Bedrüddin Hazretlerinin örnek şahsiyet ve sohbetleriyle temas buyurduğu hakikatler ummanından, sizlere birkaç damlacık olsun bilmem aktarabildik mi? Bu noktadaki aczimizi müdrikiz. Ancak O’nun varlığı ummanından birkaç damlacık olsun aktarabilmiş isek, bahtiyarlığımız için sâdece bu kâfi gelecektir.
Çünkü Hz. Mevlânâ’nın da bir vesile ile beyan buyurduğu veçhile, bu konuda “deryâ”, “damladan” uzak değildir. Hakikatin hâlis talipleri için her damla, ait olduğu Deryâ’yı içinde taşır. Cenâb-ı Hakk’tan idrakimize bu istidadı lütfetmesini niyaz eyliyoruz [1].
Hâcegân Vakfı Genel Sekreterliği
[1] Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler (6. Baskı); Hâce Osman Bedruddîn ERZURUMÎ, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.; Yazıların ve Kitabın tüm telif ve yayın hakları Hâcegân Vakfı Yayınlarına aittir. İzinsiz veya atıf yapılmadan kullanılamaz.
Atıflar aşağıdaki gibi yapılmalıdır:
1. Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler (6. Baskı); Hâce Osman Bedruddîn ERZURİMÎ, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.
2. Hâce Osman Bedruddîn ERZURİMÎ; Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler (6. Baskı), Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.
3. ERZURİMÎ, Hâce Osman Bedruddîn; Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler (6. Baskı), Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.

Hâce Osman Bedruddin Erzurumî (k.s) Hazretlerinin en önemli eseri, “Gülzâr-ı Samini Sohbetler” kitabı Hâcegân Vakfı Yayınları tarafından Ocak 2025’te son baskısı (6.Baskı) yapılmıştır.


KİTAP BİLGİLERİ:
Kitabın son baskısıdır (6. Baskı), Ciltli, Roman Boy, 1147 sayfa, Önceki baskılardaki iki cilt tek ciltte toplanmış, İçindekiler ve sohbet numaraları güncellenmiş. İlk 5 baskısı Marifet Yayınlarından çıkmıştı.
KİTABI TEMİN ETMEK İÇİN İRTİBAT TEL:
CEP: +90 505 344 66 06
MAİL: hacegan.vakfi@hotmail.com
ANKARA: Tenvir Kitap; Hacı Bayramı Veli Camii Kitapçılar Çarşısı, A Blok, No:7, ULUS/ANKARA , (Muhammed Said Basuğuy, cep: 0532 440 73 52)

Soldaki oturan : Hâce Osman Bedruddin Erzurumi Hocaefendi.
Ortadaki oturan : Harput Valisi (1911-1912 yılları) Nazım Öztelli Beyefendi.

Hâce Osman Bedruddin Erzurumi Hocaefendi ile Harput Valisi
Nazım Öztelli Beyefendinin Resimlerinin Arka Yüzünde Yer Alan Yazı
Fotoğrafın Arka Yüzündeki Yazı Şöyledir:


Hâce Osman Bedruddîn Erzurumî (ks) (İmam Efendi) Hazretleri, Hâcegân yolunun yetiştirdiği hem zahiriyle hem de manasıyla çift taraflı, çift kanatlı diye tanımladığımız nadir Allah dostlarından biridir. Cumhuriyet dönemi tasavvuf hareketlerine bakıldığında bu donanımla teçhiz edilmiş insan-ı kâmiller yok denecek kadar azdır. Bu zatları ender kılan şey “Hâcelik” diye tanımladığımız, Hâce-i Kainat olan Efendimizin (sav) tam ve mükemmil varisleri oluşlarıdır. Kendilerinde hem zahir diye tanımladığımız Efendimizin (sav) dünyaya ait siyaseti, devlet adamlığı ve ordu komutanlığı hem de İslam’ın manevi mirası dediğimiz velayete bakan yön bulunmaktadır.
Aslında İslam tektir. İçerisinde din de dünya da zahir de batın da bulunur. Kimi zaman bu iki yöne taalluk eden özellikler birleşir kimi zaman da ayrışır. Bu birleşme ve ayrışmanın arka planında Cenâb-ı Hakkın muradı ilahisi vardır. Bu doğrultuda zamanın İnsan-ı Kâmili de şekil alır.
Bu muradı ilahinin tecellisi kapsamında “Hâcegân Fikriyatı”nın hem dine hem de dünyaya yönelik işlerde etkisinin güçlü olarak hissedildiği dönem kuşkusuz Selçuklu Devleti dönemidir. Başta zamanın Hâcesi Yusuf Hemedânî olmak üzere, Selçuklu Devletinin Başhâcesi (Başbakanı) Nizamülmülk vasıtasıyla yepyeni bir medeniyet inşa edilmiştir. Öyle bir medeniyet ki bugün Mısır’dan Pakistan’a, Arabistan’dan diğer Arap ve tüm İslam beldelerine kadar bilim, sanat ve maneviyat alanlarını etkilemişlerdir. Bu minvalde bizim Hâcegân yıldızı diye tanımladığımız, Selçuklu yıldızı veya Türk yıldızı; inşa edilen medeniyetin sembolü haline gelmiş, bugün saydığımız tüm İslam ülkeleri tarafından benimsenerek bu etkinin izi olarak kullanılmış ve halen de severek kullanılmaktadır.
Medeniyetin yeniden ihyasına katkıda bulunmak üzere kurulan “Hâcegân Vakfı” da aynı misyonla hareket ederek, aynı sembolü kullanmış, gönülden gönüle aktarılarak gelen bilginin yaşandığı ve yaşatıldığı velayet okulu haline gelmiştir. Bu okulda; zamanın Hâceleri dediğimiz, asrın bilginleri, münevverleri, mütefekkirleri, arifleri ve aşıkları yetişmektedir. Bu okulun tedrisatında; başta Hâce Osman Bedruddîn Efendinin fikriyatı olmak üzere Hâce Abdulhâlık Gücduvâni, Hâce Ahmed Yesevî, Hacı Bayramı Veli ve Hacı Bektaşi Veli gibi toplumda genel kabul görmüş büyük insanların fikirlerini de içeren “Hâcegân Yolu” fikriyatı yer almaktadır.
Hâcegân yolu fikriyatı; aslında Hâce-i Kâinat, Muhammed Mustafa’nın (sav) şahsında dinin, Hazreti Ebu Bekir (ra) üzerinden bozulmadan gelerek, bugün Türkistan diye adlandırdığımız ata dede yurdu Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleştirilmesinde öncü rol üstlenmiştir. Bu fikriyat, Anadolu’nun öz damarı diye nitelendirdiğimiz “Anadolu İrfanı” nın ta kendisidir. Hâcelik, İslam’ın özüdür. Bu öz, gönülden gönüle bozulmadan aktarılmıştır. Efendimiz (sav); “beni rabbim terbiye etti”[1] hadisi mucibince terbiyesini bizzat Cenabı Hakk’tan almış; “bende ne varsa Ebubekir’in gönlüne aktardım”[2] fehvasınca İslam adına ne varsa orijinal halini, Ebubekir (ra) Efendimize aktararak, onu terbiye etmiş ve mayalamıştır. İşte Hâce Osman Bedruddîn Erzurumî; Efendimizin (sav), Hz. Ebu Bekir (ra) Efendimize aktardım dediği manevi mirasa tevarüs yoluyla sahip olmuş, zahirde üstadı Mahmud Sâminî Hazretleri tarafından hilafetle taçlandırılmış, batınen de Hızır aleyhisselam tarafından mayalanmıştır. Bu mayalama usulü kıyamete kadar devam edecek olup el ân da aynı usulle mayalanan insanlar zamanımızda da bulunmaya devam etmektedir.
Hâcegân fikriyatı bu maya gibidir. Efendimiz (sav), sahabe-i güzini, sahabe efendilerimiz de sonraki nesilleri mayalayarak, günümüze kadar İslam’ın nuru bozulmadan aktarılmıştır. Bugün de bu fikriyat, tıpkı sütün yoğurtla mayalanması misali temiz insanları mayalama gücüne sahiptir. Tadı da ilk günkü yoğurdun tadı misali aynıdır. Bu kitaptaki sohbetler; zamanın Hâcesi İmam Efendinin, Cenabı Hakk’la yaşadığı demden katreler mesabesindedir. Dertlere deva, hasta kalplere şifa hükmündedir.
Kitabın ilk beş baskısı, Marifet Yayınlarından çıkmıştı. Altıncı baskısını Hâcegân Vakfı olarak üstlenmekten büyük bir şeref duyduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Bu baskıda iki cildi birleştirip tek cilt yaptık. İçindekileri ve sohbet numaralarını yeniledik. İmam Efendinin hiçbir yerde bulunmayan ve elimize yeni geçen Harput Valisiyle çektirdiği muhtemelen 1912 yılına ait fotoğrafını kitabın sonuna koyduk.
Kitabın maddi ve manevi tüm haklarını, telifiyle beraber basım, yayın ve dağıtım haklarını bize devreden Marifet Yayınları sahibi Muhterem Ömer Ziya Belviranlı beyefendiye sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Yine kitabın kapak tasarımı, dizgi ve son okumasında bize yardımcı olan Prof.Dr.Mehmet Hilmi Demir ve Arif Eren beyefendilere teşekkür ediyoruz. Ayrıca kitabın bu zamana kadar bozulmadan aktarılmasında görünmez kahramanlar olarak gördüğümüz emeği geçen tüm kardeşlerimize teşekkür ediyoruz.
Hâcegân fikriyatından damlalar mesabesindeki bu sohbetlerin, ülkemizin ve ümmetin ihtiyacı olan birlik, dirlik ve huzura vesile olmasını temenni ederek sevgi ve muhabbetlerimizi arz ediyoruz.
Cenab-ı Hakk, niyetlerimizi ve amellerimizi isabetli kılsın. Hâcegânın bu fikriyatını anlamayı ve yaşamayı, büyüklerin isr-i manevisinden yürümeyi bizlere nasip eylesin. 12.12.2024
Hâce-i Hâcegân
Hâce Turâbul Akdem
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] İmam Suyuti, El-Câmiu’s-Sağîr, c.I, s.12.
[2] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419.

Hâcegân Yolunun Hocası, Hâcegân Vakfı Genel Başkanı, Hâce Turâbul Akdem

Hâcegân Vakfı Genel Başkanımız, Hâce-i Hâcegân, Hâcegânın kutlu yolunun hocası, Hâce Turâbul Akdem tarafından kaleme alınan ve internet sitemizde yayınlanan Hâcegân yolunun 12 esasına aşağıda yeşil olarak gözüken bölümlerin üzerine tıklayarak erişim sağlayabilirsiniz.

1. AKLI SELİM OLMAK
2. KALBİ SELİM OLMAK
3. ANLAYIŞI SAHİH OLMAK
4. TEFEKKÜR EHLİ OLMAK
5. MUHASEBEDE DAİM OLMAK
6. ZİKİR EHLİ OLMAK
7. ŞÜKÜR EHLİ OLMAK
8. SABIR EHLİ OLMAK
9. ZÜHD SAHİBİ OLMAK
10. HİZMET EHLİ OLMAK
11. TEVEKKÜL SAHİBİ OLMAK
12. TESLİMİYETTE OLMAK

Hâce Hafız Osman Bedrüddîn-i Erzurûmî (k.s.) (İmam Efendi) Hazretleri, 1856 yılında Erzurum da doğmuştur. Babası, ilim ve fazileti ve tasavvuf konularındaki liyâkatiyle tanınmış Seyyid Selman Sükûtî Efendi, vâlideleri ise Esmâ Hatun ‘dur.
Osman Bedrüddin Efendi, alel’âde insanlardan çok farklı bir kişilik ve misyonla (memûriyyet) Dünyâya geldiğini, gerek düşünüş ve davranışlarıyla, gerekse, yaşını çok aşan ciddî konulara karşı dikkat ve alâkasıyla gören gözlere ilân ve ifşâ eder.
Tabiî ki O’nun yaratılışındaki müstesnâlığı ilk fark eden, kendisi de kâmil bir zât olan, muhterem pederleri Selman Sükûtî Efendidir. Onun içindir ki Osman Bedrüddin Hazretlerinin büyük bir mürşîd ve bir insân-ı kâmil oluşunu hazırlayan vetirede (süreç) ilk muallim ve mürebbîsi olmak gibi bir vazîfeyi muhterem pederleri yerine getirmiştir.
Henüz dokuz yaşında iken Kur’ân-ı Kerîm’i bütünü ile ezberleyip, hıfzını ikmal eden Osman Bedrüddin efendi; on yaşından itibaren, o devredeki öğrenim usulüne uygun olarak sarf, nahiv, emsile, binâ, maksud, avâmil, izhâr, hadîs ve tefsir gibi öğrenim safhalarını başarı ile tamamlayarak; hafızlığı yanında, ilim adamlığı hüviyetini de iktisap etmeye başlar.
On ile yirmi yaş arasındaki bu devresinde O’nun öğrenim ve eğitimi ile meşgul olan kişiler, başta peder-i âlîleri olmak üzere, Molla Sâmî ve Seyyid Ahmed Meramîdir. Bu zevatın himmet ve sohbetleri ile, o günkü zâhirî ilimlerde ve bir ölçüde de tasavvuf da, yaşından beklenmeyen bir derinlik ve seviyenin de sahibidir.
1877-1878 yıllarında Erzurum üzüntülü günler yaşamaktadır. 93 harbi diye anılan çarpışmalar, arzu edilmeyen bir seyir tâkip etmekte ve Ruslara karşı, Ordu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Erzurum Kalesine çekilerek bir müdafaa hattı tesisine çalışmaktadır. Harbin neticesine büyük ölçüde tesir edecek olan bu müdafaa ile sonunda düşündüğü taarruz için Erzurum halkının maneviyatını yükselterek, ordu ile birlikte onları da topyekûn bir karşı koyuşa hazır hâle getirmenin gayreti içindedir. İşte böyle bir gün ve ortamda, halkta beklenen heyecan patlamasını meydana getirecek bir kıvılcıma ihtiyaç duyulmaktadır. Nihâyet, 8 Kasım 1877 günü sabah namazı vakti yaklaşmaktadır. Görülür ki, Ayazpaşa Câmi-i Şerifinin minaresinden okunarak dalga dalga bütün Erzurum’a dağılan bir ezan sesi, beklenen bu kıvılcımın rolünü oynamıştır. Her zamankinden çok farklı bir şekilde okunan ve tesir eden bu sabah ezanı ile Erzurum halkı galeyana gelerek, evvelâ Ayazpaşa Câmiine koşar ve namazdan sonra da evinde ne bulursa; tüfek, tabanca, kazma, kürek, tahra, bıçak ve kılıç, alarak cepheye koşar. Erzurum’a kadar gelmiş Rus kuvvetlerine karşı, galeyana gelmiş Erzurum Halkının da katılmasıyla, ordumuz, mukabil bir taarruza geçerek, onları perişan bir şekilde geri çekilmeye ve kaçmaya mecbur bırakır.
O gün, sabah namazı vakti, okuduğu ezan ile Erzurum halkını ateşleyen; tahmin edileceği üzere, Osman Bedrüddin efendidir. Kendisi de Erzurum halkının en önünde bu çarpışmalara katılır. O günkü taarruzda gösterdiği gayret ve aşırı cesareti ile nazar-ı dikkati çeken Osman Bedrüddin (k.s), Gazi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 28. Alay’ın 3. Tabur imamlığına tayin edilir. Böylece o güne kadar Hafız Osman Bedrüddin diye anılırken, o günden sonra, Osmanlının şerefli bir subayı olarak İmam Efendi diye anılmaya başlayacaktır.
Harp sonrası taburu ile birlikte o zamanki ismiyle Diyârbekir havalisine tayin olunan İmam Efendi; gördüğü bir rüya üzerine, gene o zamanki ismiyle El’azîz’in Palu kazasına giderek büyük velî ve nakşî şeyhi Seyyid Mahmud Sâminî Hazretlerini ziyaretle, çok özel sohbetlerine katılır.
Bu ilk tanıma ve tanışma devresinde, muhâtab ve müşâhid olduğu bazı, hâl ve buyruklarının manevi tesiriyle, o ana kadar içinde bulunduğu tereddüdünü aşarak, Seyyid Mahmud Sâminî Hz.ne intisap eder. Tasavvufi konularda, muhterem pederi ile evvelki hocalarından Seyyid Ahmed Merâmî hazretlerinin himmetleriyle, iktisap ettiği bilgi ve ruhi kıvamını, bu defa, yaratılışındaki müstesna kabiliyeti ve büyük mürşid Mahmud Sâminî Hazretlerinin himmet ve sohbetleriyle, kısa zamanda daha da geliştirerek seyr-i sülûkünü ikmal eder.
Bir müddet sonra, izinli bulunduğu ve O Palu’da iken Çemişgezek ilçesine nakledilen Tabur’una avdet eder. Artık O, talip olanları irşâd ve manen terbiye etmeye, mürşidi Mahmud Sâminî Hazretleri tarafından memur ve mezun kılınmıştır.
Hayatının bu yeni devresinde Osman Bedrüddin Hazretleri artık olgun, kâmil bir mürşiddir. Hak ve Hakikate susamış insanlara mana ve fikir derinliği ile dopdolu, yüksek seviyeli tasavvufi sohbetleriyle, insan denilen muazzez varlığı ve o’nun niçin ve hangi gaye ile yaratıldığını; üzerinde emaneten taşıdığı ömür sermayesini nasıl değerlendirmesi gerektiğini, nasıl bir ruh ve kalp olgunluğuna erişerek yaratılışındaki ulviyet ve yüceliği iktisap edebileceğini gece ve gündüz durmadan anlatır.
Çemişgezek ve civarındaki il ve ilçeler halkına, üzerinde memur ve mezun bulunduğu nice hakikati on beş sene müddetle anlatan; ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle onları ikaz ve irşad eden İmam Efendi, 1909 yılında Tabur İmamlığı vazifesinden emekli olur. Bunun üzerine doğru Mürşidi Mahmud Sâminî Hazretlerinin mübarek ve huzur dolu mekânına, Palu’ya, avdet eder. Bir müddet sonra da, Mürşidinin işareti üzerine, irşad vazifesini ifa etmek üzere, o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a yerleşir.
Osman Bedrüddin Hazretlerinin Harput’taki devresi, dopdolu hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Kendisini artık bütünüyle tasavvufî konulara, sohbetlere ve çalışmalara verir. Harput’taki sohbetlerini yaptığı ve hâlen de mevcut bulunan Kurşunlu Camii, günler geçtikçe hakikat talipleriyle dolar ve taşar.
Zaman zaman Aziz Mürşidini ziyaret maksadı ile gittiği Palu ile beraber, imkânsızlıklar sebebiyle kendisine sık gelemeyen mürîdânına ulaşabilmek ve sohbetleriyle onları belli bir kıvamda tutabilmek için civar kaza ve vilâyetlere yaptığı seyahatlerde, büyük alâka ve muhabbetle takip olunur. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği ilim ve irfanı, müstesna aşkı, yücelten bir ahlâkı, bunlardan habersiz insanlara, durmadan aktarmayı, onların da bunlardan nasipli hâle gelmelerini, hayatının yegâne gayesi haline getirir. Böylece, bazı kaynakların belirttiği şekilde, bu devresinde, iki yüz bine yakın insanın manevi cehaletten kurtulmalarına vesile olur.
O artık, gönlünü dolduran Allah ve Peygamber muhabbeti, insanlara karşı sergilediği şefkat ve merhameti, afiv ve müsâmahası, mahviyyet ve tevâzuu, hâsılı bütün davranışlarına hâkim kıldığı ‘Ahlâk-ı Muhammedî’ ile kendisini tanımak şeref ve mazhariyetine eren insanların gönlünde taht kurmuş, bir büyük velî ve bir büyük mürşiddir.
İrşâdına vasıta kıldığı müstesna sohbetleri ile O, insanların mana ve bâtınlarına kolaylıkta ulaşabilmekte; Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye gibi bitmez ve tükenmez iki kaynaktan devşirdiği hakikatleri, onların gönüllerine çağlayanlar gibi akıtmaktadır. Himmet, hizmet ve gayretlerinin tek hedefi vardır: İnsanın yaratılışının tek gayesi olan Allah’ı biliş, buluş ve O’na erişi tarif ve anlatabilmek; bu nihai hedefe vasıl olabilmek için kendisini behemehal tanımamız ve aşk seviyesinde sevmemiz lâzım gelen varlığı, yâni ümmeti olmakta şereflerin en yücesine mazhar olduğumuz Hz. Muhammed Mustafa ﷺ Efendimizi tanıtabilmek; Allah’ımızın Kur’ân-ı Kerîm’de tarif buyurduğu, Peygamber Efendimizin de 63 yıllık benzersiz hayatı ile bizzat yaşayarak bizlere gösterdiği, “İlâhî-Muhammedî” ahlâk ile ahlâklanmanın, usûl ve yollarını gösterebilmek ve bu konuda aşk denilen, ancak yaşayanların yaşadıkları ölçüde agâh olabilecekleri Hak Tecellisinin zuhuruna zemin olabilecek “Ruh İklimi”ni hazırlayabilmek…
Böylesine hummalı bir himmet ve gayretin içerisinde iken, Osman Bedrüddin Hazretleri, 1911 yılında Hacca gider ve Mukaddes bir mekânda vuku bulan bu mübarek ziyaretin müstesna tecellilerine ve manevî varidatına mazhar bir şekilde döndükten sonra irşad vazifesine farklı bir manevi dolulukla devam eder.
Civardaki il ve ilçelerden gelebilme imkânına sahip olan evlâtları ile Harput’taki sohbetleri dolup taşarken, gelebilme imkânı bulunmayan mürîdânını mahrum bırakmamak için, zaman zaman kendileri de civar il ve ilçelere kadar gitmekte, sohbet ve himmetiyle, gönüllerine sürür bahşetmektedir. Osman Bedrüddin Hazretlerinin elinde sohbet, âdeta ölü ruhlara can bahşeden bir iksirdir. Sohbetlerinde en çok üzerinde durduğu konu, bir Mürebbi-i hakîkî eliyle nefs-i terbiye ederek, insan varlığı için zararlı bir unsur olmaktan çıkarıp, nefis bir hâle getirmektir. Çünkü Nefs, bize Rabbimizi unutturmaya; Ruhumuz ise, bizi Rabbimize yöneltmeye memur iki unsurdur. Birinin zararlı faaliyetini kontrol altına alır ve zararsız hâle getirirken, diğerinin makbul olan memuriyetini kolayca ifa edebileceği bir güce kavuşturmak, insanın nihai kurtuluşu konusunda hayati bir ehemmiyet taşır.
Ve yine Osman Bedrüddin Hazretlerine göre: insanın bütün niyet ve davranışları ancak Allah için olmalıdır. Çünkü ortaya Allah için konulmayan her niyet ve harekette nefsin payı vardır. Yâni Allah için olmayan her şey, nefs içindir. Bu itibarla, kaynağı münhasıran bedenî arzu ve isteklerimiz olan niyet ve davranışlarımızın, bizi dünyevî ve uhrevî perişanlığa sürüklemesi mukadderdir. Böyle korkulu bir perişanlıktan her iki âlemde de kurtulabilmenin yolu ve tek çaresi, mevhum varlığımızı ve bu varlığa ait istek, arzu ve taleplerimizi, Hakk’ın Mutlak Varlığı karşısında ifna etmek suretiyle, yalnız Allah için yaşayan, Allah için niyet ve hareket eden biri olabilmektir.
Dünya Hayatı, Hazret‘e göre, işte yalnız bu yönüyle insan için mühimdir. O’nun dünyaya gönderilişinde, bu hikmet gizlidir. Ve insan bu hikmete bağlı şekilde yaşarsa, dünya hayatı onun için her iki âlemdeki saadet ve huzura açılan müstesna bir kapıdır. Bu hikmetten uzak şekilde yaşandığı takdirde ise Dünya Hayatı, bunalımlara, felâket ve perişanlığa, kıvrantı ve tedirginliklere açılan bir kapı olur. Yâni idrak ve yaşayış şeklimize göre Dünya; ya huzur ve saadetimize, veya perişanlık ve felâketimize sebep olur.
Öyleyse âkil olan, Allah’ın bahşettiği bu imkânı, felâketine değil, huzur ve saadetine vesile olacak şekilde değerlendirmeli; geçici ve aldatıcı şeyler peşinde harcayarak, heder etmemelidir. Bunu yapabilmek ise tabiî ki, incelik ve derinliği bulunan bazı konuların bilinmesine, onları hayat ve yaşayışımızın vazgeçilmez prensipleri haline getirmemize bağlıdır. Böyle olabilmek ve böyle davranabilmek, insan için pek büyük bir hünerdir. Böyle bir hünerin elde edilebilmesi ve hedeflenen neticeyi hasıl edebilmesi ise insanın kendi kendine tahakkuk ettirebileceği bir şey değildir.
Bir mütehassıs Doktor’un tavsiyelerine uygun olmayan, tarifesiz bir şekilde gelişigüzel kullanılacak olan bir ilaçtan herhangi bir faydanın elde edilemeyeceğini söyleyen Osman Bedrüddin Hazretleri: “Cenâb-ı Hakk’ın tarifi, Peygamber ﷺ Efendimiz Hazretlerinin ve O’nun hakîkî vârisi durumunda bulunan evliyâullah’ın, bizzat yaşayış, buyruk ve tavsiyelerine uygun bir şekilde öğrenilip yaşandığı takdirde, Dünya Hayatı, Mâ’rifetullah ve Vuslat-ı İlâhiyyeye vesile olur. Böyle değil de yerinde olmayan bir şekilde kullanılırsa, ahlâksızlığa ve Hakk’dan yüz çevirmeye sebep olur. Hatta insanı zevâl-i îmân’a kadar sürükleyip götürür” diye buyurduktan sonra; bir kalp de hem Allah hem de mahluk korkusunun birleşemeyeceğini anlatır.
Bir gün mürîdânından birinin sualine cevap olarak şöyle buyurur: “Tasavvuf kitap satırlarından okunarak elde edilecek kuru bir bilgi değildir. Tasavvufa dair kitaplar, yalnız usûl ve Âdâb’a taalluk eden şeyleri öğretir. Tasavvufun bizâtihi kendisinin tahsili, ancak bir mürşîd-i Kâmil’den amelî ve tatbîkî bir yolla, kişinin kendi vücut kitabını okumasıyla mümkündür.”
O’na göre Tasavvuf; kitap ve Sünnet-i Seniyyeye dayanan İlâhî ve Rabbânî hikmetin adıdır. Mevzuu ise Gafletten sakındırıp, insana, huzûr-u dâimi hâlini kazandırmaktır. Bu yolla kişiyi Nefsin kötü huylarından arındırıp, Mevlâ’ya lâyık bir kul haline getirmektir.
Bu hüviyeti ile Tasavvuf; iş, yaşayış, hâl ve ahlâktır. Bu işi, hâli ve ahlâkı öğrenmenin zaruri yolu ise bir öğretici ve eğiticiye müracaattır. Nitekim sahâbe-i kiram efendilerimiz, Kur’ân-ı Kerîm ellerinde ve önlerinde olduğu halde, nefslerinin tezkiyesi ve ruhlarının tasfiyesi ile o yüksek ahlâkı, yalnız Peygamber ﷺ Efendimizin Fem-i Saadetlerinden ve Sünnet-i Seniyelerinden aldılar. Onlar severek, dinleyerek, görerek ve yaşayarak öğrendiler ve öğrettiler.
Ve sonra da şöyle buyurur: “Câlib-i dikkattir ki onlar, Peygamber ﷺ Efendimize: ‘Yâ Rasulâllah, ne yapalım ki daha çok sevaba nail olabilelim?’ diye değil, ‘ne yapalım ki Muhabbetüllah ve muhabbet-i Rasûlillâh’a daha çok mazhar ve muhatap olalım’ diye sual ederlerdi.”
Ve nihâyet bir gün, maddesi ile fâni her insan gibi, O’nun da Dünyamızdan Âlem-i Bekâ’ya intikal zamanı gelir. Vefatından birkaç gün önce, bu gidişin işaretini veren, ayni zamanda, derin ve ince nükteler taşıyan şu vasiyetnamesini yazarak beyan eder:
“Ey benim evlâd ve birader ve akrabalarım; İslâmiyette ve Tarîk-i Hudâda olan İhvân-ı Dîn ‘im!
Cenâb-ı Zât-i Ecell-ü-Âlâ Hazretleri hâzır ve nazır ve şâhidimdir ki: ben ehl-i sünnet vel cemâat mezhebi ve itikâd-ı sahih’i üzere mü’min, muvahhid bir abd-i müslim’im, Hakka Elhamdülillâhi Teâlâ alâ niamihî ve ihsânih.
Şâyet ömrüm tamam olup, Emr-i İlâhî üzere Âhiret’e intikal ve Rahmet-i Rabbâniyyeye nâil olur isem, âhir-i ömrümde, düşmanlarımız olan, Şeytân-ı aleyhi mâ yestehıkku (Layığını bulasıca Şeytan) ve Nefs ve kuvve-i vâhime taraflarından bu İslâmiyyetin gayri birşeyi ilka’ edip şaşırtmak isterlerse ben onları kabul etmem. Ancak, Dîn-i Mübîn-i İslâmda olmaklığımı, şimdiden işitip ve istima’ buyurup Yevm-i Kıyâmette İslâmiyetime şehâdet buyurmanızı niyaz ve temennî ederim. Muvahhidim Elhamdülillâh, Lâilâhe illâllah Muhammedün Rasûlüllah… Hakkan ve Yakînen ve sıdkâ Eşhedü en lâilâhe illâllah. Ve eşhedü enne Mühammeden abdühû ve Resûlüh. Lâilâhe illallâhü Vahdehû lâşerîkeleh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in Kadîr. Lâ ilâhe illâllâhü’l-melikül Hakku’l- mübîn. Muhammedün Rasûlüllah, sâdiku’l-va’dül emîn…
İşte şu Tevhidime şâhid olmanız müsterhamdır. Fakat ben bir abd-i müznib, âciz ve mücrim bir kulum. Cenâb-ı Erhamürrahimîn Hazretlerinin: “Lâ taknetu min Rahmetillâh. İnnallâhe yağfıru’z-zünûbe cemîâ. İnnehû Hüve’l-Ğafû- ru’r-rahîm” âyet-i celîlesini senet ittihaz ile tevbe ve rücû ederek ve Rahmet-i Rabbürrabîm’e ilticâ eyleyerek ve peygamberimiz, peygamber-i zîşan aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî ve ihvânihî, min-sâiri’l-enbiyâi salevâtüllâhi’l-Meliku’l-Mennân Hazretlerinin Rahmetenli’l-Âlemîn ve Şefîa’l-müznibîn olduğundan, mazhar-ı şefâat-i Nebevî’si olmayı ümid ederek giderim.
Ve evliyâullah’ın ve sâdât-ı kirâm-ı Nakşibendiyye Kaddesallâhü esrârahümül aliyye hazerâtı’nın bu abd-i müznib’e feyz ve kerem ve imdatlarını ümid ederim.
Husûsan, Hz.Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend ve pirim Mevlânâ Hâlid ve Şeyh Aliyyüssebtî ve Mürşid-i Mükerremim Hâce Mahmud Sâminî ve vâlid-i mâcidim Selmân-ı Sükûti el-Hâlidî (kaddesallâhü esrârahüm) zevâtının imdâd-ı mâneviyyelerini ve Cenâb-ı Hakk’a bu abd-i müznib için şefâatci olmalarını lütuf ve keremlerinden niyâz ederim.
Emr-i Hak vâki olup Âhiret’e irtihâlimde, üzerime Kur’ân-ı Azîmüşşân tilâvet buyurasınız.
Rabbim Celle Şânühû Hazretleri îman ve Kur’ân ile husn- i hâtime ihsan buyursun, bu abd-i hakire de, cümle İhvân-ı Dînime de…
Âmîn… bihurmeti men erseltehû Rahmeten lil’âlemîn… ”
Bu vasiyetinden sonra, çıkacağı madde ötesi yolculuğa, artık O hazırdır. Allah’ın kendisine emaneten bahşettiği “Dünyevî Ömür” sermayesinin, her zerresini, her saat ve dakikasını, Halikını ve ümmeti olmak mazhariyetini, her an her zerresi ile yaşadığı, Peygamberini hoşnut edecek şekilde değerlendirmiş bir müstesna kul olarak Huzur-u Îlâhî’ye intikal eder.
Vefatının vuku bulduğu yıl 1924, ay Teşrîn-i Evvel (17 Ekim 1924 ) ve mekân Harput’tur. İnsan denilen muazzez varlığın ulviyet, şeref ve yüceliğini; hakîkî mâniada insan olabilmenin, yolunu ve usulünü bildirebilmek yolunda, bütün bir ömrünü kendilerine vakfettiği binlerce insanın omuzlarında, fâni bedeni Harput’un Meteris Kabristanına taşınırken; azîz Ruh’u bir ömür boyu aşk’ı ile yandığı Varlığ-ı İlâhîye ve Rûh-u Peygamberî’ye kavuşur.
Kabr-i Saâdeti’nin üzerine daha sonra bir türbe yaptırılmış ve kabir taşına şu mısra’lar yazılmıştır:
Erzurûmî Şeyh Bedreddin Efendi kim bu zât, Sâha-i irşâd’da bir Pîr-i pür temkîn idi.
Etti vaktâ ki üfûl ol Pîr-i Peygamberzemîr, Rûmî üçyüz kırktı, târih evvel teşrin idi.
Osman Bedrüddin Hazretleri, Doğu Anadolu’da kendisini tanıyan veya mübarek ismini duyan binlerce kişiden aldığı mektupları bir bir cevaplandırmayı da katiyyen ihmal etmemiş ve lütfedip gönderdikleri bu cevaplardan 400 kadarını Gülzâr-ı Sâminî ismi altında bir araya getiren bir de Mektûbât’ı mevcuttur.
Aynı hakikatleri dile getirdiğini düşünerek, “Gülzâr-ı Sâminî- Sohbetler” ismiyle sunulan bir diğer eseri daha bulunmaktadır. Bu eser marifet yayınları uhdesinde iken tüm maddi ve manevi haklarıyla beraber telif, yayın ve dağıtım hakları “Hâcegân Vakfı Yayınları” na devredilmiştir. 6. Baskısı 2024 yılında yapılan bu eserde; hazretin taburda yaptığı sohbetlerin yine taburda görevli subaylar tarafından tutulan el notlarından oluşturulmuştur.
Ayrıca Osman Bedrüddin Hazretlerinin, Edebiyat ve Şiirimize vukûfiyetini, “Arûz”u kullanıştaki ustalığını, muhtevâsı ile de “Ma’rifetüllah ve İlm-i ledün” gibi tasavvufi konulardaki temkin ve vüs’atini aksettiren şiirlerinden vücut bulmuş biri “Dîvân ’i da mevcuttur.
Osman Bedrüddin Hazretleri, dünyada hatıra olarak Nureddin ve Ziyâeddin isimli iki oğul bırakmıştır. Bunlardan Ziyâeddin Beyefendi Elâzığ Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğinden emekli olarak Elâzığ’da yaşamıştır.
Birkaç sahife içerisinde, kısa kısa temas ederek çok küçük bir özet halinde buraya aldıklarımızla birlikte, O’nun sohbet-i seniyyelerine ait tutulmuş bütün buyruklarından devşirebileceğimiz hayati noktaları birleştirir ve maddeleştirmeye çalışırsak; aşağıdaki ölmez prensiplere ulaşmamız mümkündür. Şüphesiz ki bu prensipler, dünyevî hayatımızın heder edilmeden değerlendirilebilmesi mevzuunda, her zaman ve mekânda, her insan için geçerlidirler.
Böylece, kifayetsiz yüzme bilgimiz ve mecalsiz kulaçlarımızla içine dalmaya cüret ettiğimiz; satır ve sahifeler boyu, enginlerine doğru sefer etmeye çalıştığımız, Osman Bedrüddin Hazretlerinin örnek şahsiyet ve sohbetleriyle temas buyurduğu hakikatler ummanından, sizlere birkaç damlacık olsun bilmem aktarabildik mi? Bu noktadaki aczimizi müdrikiz. Ancak O’nun varlığı ummanından birkaç damlacık olsun aktarabilmiş isek, bahtiyarlığımız için sâdece bu kâfi gelecektir.
Çünkü Hz. Mevlânâ’nın da bir vesile ile beyan buyurduğu veçhile, bu konuda “deryâ”, “damladan” uzak değildir. Hakikatin hâlis talipleri için her damla, ait olduğu Deryâ’yı içinde taşır. Cenâb-ı Hakk’tan idrakimize bu istidadı lütfetmesini niyaz eyliyoruz [1].
Hâcegân Vakfı Genel Sekreterliği
[1] Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler, Hâce Osman Bedruddîn ERZURUMÎ, 6. Baskı, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.; Yazıların ve Kitabın tüm telif ve yayın hakları Hâcegân Vakfı Yayınlarına aittir. İzinsiz veya atıf yapılmadan kullanılamaz.
Atıflar aşağıdaki gibi yapılmalıdır:
1-Hâce Osman Bedruddîn ERZURİMÎ, Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler, 6. Baskı, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.
2-ERZURİMÎ, Hâce Osman Bedruddîn; Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler, 6. Baskı, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025.




Soldaki oturan : Hâce Osman Bedruddin Erzurumi Hocaefendi.
Ortadaki oturan : Harput Valisi (1911-1912 yılları) Nazım Öztelli Beyefendi.

Hâce Osman Bedruddin Erzurumi Hocaefendi ile Harput Valisi
Nazım Öztelli Beyefendinin Resimlerinin Arka Yüzünde Yer Alan Yazı
Fotoğrafın Arka Yüzündeki Yazı Şöyledir:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Âlemlerin Rabbi Allah’a (cc) hamd olsun. Salât ve Selam; Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ﷺ ailesinin ve bütün ashabının üzerine olsun.
وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴿
“Bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur, keşke bunu bilselerdi.” (Ankebut 64)
Değerli Kardeşlerim;
Efendimiz ﷺ, Bahreyn halkı ile savaş yapmadan bir barış antlaşması imzalanmış, sonra oraya Alâ b. Hadrama’yı vâli olarak tayin etmişti. Kısa bir süre sonra toplanan cizye vergilerini Medine’ye getirmek üzere “ümmetin emini” olarak nitelediği Ebu Ubeyde b.Cerrahı göndermişti. Ebu Ubeyde b. Cerrah günler sonra bir sabah namazı vaktinde cizyelerle beraber Medine’ye ulaştı, bunu duyan Medineliler Ebu Ubeyde nin etrafında toplandılar, Efendimiz ﷺ, manzarayı görünce ağzından Ümmeti Muhammedi uyarır mahiyette şu önemli cümleler çıktı; “Vallahi bundan sonra sizin için fakirlikten korkmuyorum, ancak ben sizden önceki ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi sizin önünüze de yayılıp onların o dünya malı için yanıp tutuştukları gibi sizin de yanıp tutuşmanızdan ve bunun onları helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden korkarım.”
Dünya; üzerinde hayat bulduğumuz hayatımızı devam ettirmek için kendisinden istifade ettiğimiz yerdir. Bu yönüyle kendisi ile doğal bir ilişkimiz vardır, hayatımız ona bağlandığı için ondan faydalanma noktasında onunla alakamızı kesmemiz mümkün değildir. Zira Rabbimiz;
وَابْتَغِ ف۪يمَٓا اٰتٰيكَ اللّٰهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَص۪يبَكَ مِنَ الدُّنْيَا﴿
“Allah’ın sana verdiğinden ahiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma buyurmaktadır.” (Kasas 77)
Burada problem dünya malına sahip olmak değil, sahip olduklarımızın kölesi olmaktır, yani dünyevileşmektir.
Dünyevileşmek; Yüce yaratıcıyı hatırdan çıkarıp tamamen dünyaya yönelme, ölümü unutup dünyaya dalma, dünyaya kilitlenip, ahireti hiç düşünmeme halidir. Dini inanç, değer ve davranışların insanın hayatından uzaklaştırılması, kişinin Allah’a karşı sorumluluklarını unutup ahirete yönelik hazırlık yapmamasıdır.
Burada asıl problem; ifrat ve tefritten uzak orta halli olamamak, yani dengeyi sağlayamamak, sahip olduğumuz dünya malının kölesi olmaktır.
Burada Hz.İsa’nın; sakın dünyayı ilah edinmeyin ki o da sizi köle edinmesin” sözünü ifade etmek isteriz. Bu paralelde Hz. Mevlana da, “Mal, insan için gemiyi yüzdüren su gibi olmalıdır ama içine girmemelidir. Çünkü içine girdiğinde gemiyi batıran da aynı sudur.” ifadelerini kullanmıştır. O yüzden dünyaya aşırı bağlılık aşırı sevgi de insanın manevi hayatını batırır.
Değeri Kardeşlerim;
Allah (ac), dünyamızı tabiatı itibari ile güzel ve cazip yaratmış, mevki ve makamlara bir tatlılık vermiştir.
Dünya insanın hem sahip olma, haz alma duygularına, hem de başkalarına hakim olma, yönetme arzularına hitap etmektedir. Ayette;
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَٓاءِ وَالْبَن۪ينَ وَالْقَنَاط۪يرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِۜ ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ ﴿
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılınmıştır. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” (Ali İmran14)
Efendimiz ﷺ ;
لو أن لبن آدم واديين من مال لأحب أن يكون معهم ثالث ولا يملئ نفسه الا التراب
“Ademoğlu için iki vadi dolusu mal verilse, üçüncüsünü ister onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Müttefekun Alyh)
Hadisi şerif, insanın meylini ve doymaz bilmez arzularını ifade etmektedir. Böyle bir ortamda insan kendini dünyaya kaptırıyor ve dünyevileşme başlıyor, faydalanma boyutundan çıkıp gaye edinme boyutuna geçiyor, bir süre sonra maddenin esiri haline geliyor.
Dünyanın güzellikleri ve çekiciliği, dünyaya kendini kaptıran insanın dini hayatını sürekli tüketip duruyor ve onu Allah’tan uzaklaştırıyor.
Kardeşlerim;
Dünya ve ahiret arasında zıtlık yoktur. Hep ‘dünya ahiretin tarlasıdır’ diyoruz, doğrudur fakat dünyanın üç yüzü vardır;
1. Cenabı Hakk’ın esmasına bakar, Bu yüz gayet güzeldir, nefrete değil aşka layıktır.
2. Ahirete bakar, ahiretin tarlasıdır, cennetin mezrasıdır.
3. İnsanın heva ve hevesine bakan yüzü, bu yüz çirkindir, çünkü fanidir, zaildir, elemlidir, aldatır.
Konuyla ilgili Cenab-ı Hak;
اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ ز۪ينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ اَمَلًا ﴿
“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi davranışlar ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (Kehf 46)
اِعْلَمُٓوا اَنَّمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَز۪ينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِۜ ﴿
“Bilin ki dünya hayatı, bir oyun, bir eğlence, bir gösteriş, aranızda bir övünme, mal ve evlâtta bir çokluk yarışından ibarettir.” (Hadid 20)
Bilinmelidir ki Rabbimiz ahireti kazanmamızı istiyor ve şöyle buyuruyor;
تُر۪يدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَاۗ وَاللّٰهُ يُر۪يدُ الْاٰخِرَةَۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ ﴿
“Siz geçici dünya varlığını istiyorsunuz, oysa Allah âhireti istiyor; Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Enfal 67)
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا۠ وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ﴿
“Ey insanlar! Allah’ın verdiği söz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, o aldatma ustası da (şeytan) Allah hakkında sizi kandırmasın.” (Fatır 5)
Dünyevileşme sebepleri;
1-Nefsin kirliliğinin insana hâkim olmasıyla. O da;
a. Arzularla, isteklerle, şehvetle,
b. Keyfine düşkünlük,
c. Özenme, imrenme,
d. Sabırsızlık, gaflet ve unutma,
e. Etrafımızdaki kötü çevreye uyma.
2-Hayasızlık, utanmazlık,
3-Ciddiyet azalması ( Kur’an’a, İslam’a, Allah’a karşı),
4-Göz kayması, (Göz kayar, gönül kayar, ayak kayar nereye namahreme, dünya malına, yata, kata vb),
5-Şeytanın vesveseleri,
6-İmanı besleyen değerlerimizin hayatımızdan azalması, (İman etmişsek onu besleyen değerler azalmayacak, her zaman imanımız canlı kalacaktır.) Hiçbir şey ahlakımızın bozulmasına ve deforme olmasına sebebiyet vermeyecek. Eğer biz dünyevileşir, dünya sevgisini yeğleyip ahireti ikinci plana atar ve unutursak, imanımızı besleyen değerlere olan bağlılığımız azalacak ve dini hayatımızda bozulmalar söz konusu olacaktır. Kötülüklerin ve bozulmaların sebebi Efendimizin ﷺ ifadesi ile (حب الدنيا) dünya sevgisidir.
Kurtulma yolları;
1-Niyet etmek, istemek, arzu etmek her şeyin başı,
2-İlahi hedeflerimiz olacak,
3-Nefsilik çukurundan kurtulmak gerekiyor,
4-Okumayı bırakmamak (Kuranı, hayatı, kendimizi, toplumu, geçmişi ve geleceğimizi),
5-İmanı kuvvetlendirici faaliyetlerde bulunmak,
6-Her zaman, her daim ahirete bakarak hayatımızı idame ettirmek gerekiyor.
Kardeşlerim;
Anlatılanlar Müslümanın dünyadan tamamen alakasını keseceği anlamına gelmez. İnsanoğlunun hayatı büsbütün terk etmesi mümkün değildir. Elbette ondan faydalanacak ve hayatını sürdürecektir. Önemli olan dengeyi sağlamaktır.
Değerli Dostlar;
Mevlidi nebi haftasındayız, modern çağın (son 1500 yılın) bir numaralı şahsiyeti, dünyanın en etkili insanı olan Efendimiz’in ﷺ, dünyayı teşrif edişinin, yıl dönümündeyiz. O’nu ﷺ konuşuyoruz, örnekliğini anlatıyoruz zira müminin şahsiyetinin inşasında iki temel kaynak vardır. Kur’an ve Sünnet (Sünnet; Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda hayat sahasında nasıl uygulandığı; Hadis, bu yaşanmışlığın yazılı belgesidir). Bu iki kaynağın ışığında oluşan müminin şahsiyeti eşsiz ve örnek bir insanın karakterini oluşturur. Bu da imanla, ihlasla, salih amellerle, güzel ahlakla olur.
Dünya nimetlerini amaç haline getiren mümin Allah’ı, O’nun rızasını ve ahireti unutacak, böylelikle dünyevileşecektir. Dünyevileşen, seküler hayatın peşine düşen mümin, ihlasla amel etmeyecek ve güzel ahlaklı olma gibi bir derdi olmayacaktır.
İman, amel ve güzel ahlak bütünlüğünü bozmamak gerekiyor. Bu bütünlüğü bozmayan mümin için dünya ve dünya nimetleri (yatı, katı, malı, mülkü, makam mevki) Allah’a ulaşmada bir araç, bir vasıta olmaktan ileri gitmeyecektir.
Rabbim dünyaya aldanmadan hayatını idame ettirmeyi, dünyanın tüm nimetlerini Allaha ve O’nun rızasına ulaşmada araç olarak görebilmeyi bizlere nasip eylesin,
Rabbim bizleri dünya ve ahiret dengesini sağlayan kulların zümresine ilhak eylesin, helal yollardan kazanmayı ve O’nun razı olduğu yerlerde harcamayı nasip eylesin âhir ve akıbetlerimizi hayır eylesin amin…
22/09/2024
Selam ve dua ile…
Osman KELEŞ
