4. 1. TEFEKKÜR EHLİ OLMAK (1.Bölüm)
a. Terim Tanım
Tefekkür kelimesi Arapça olup “fekera” ( ف-ك-ر ) fiili kökünden ve “Tefa’ul” babından gelmektedir. Sözlükte; herhangi bir mesele hakkında düşünme, zihni yorma, derin düşünme ve işin şuuruna varma gibi anlamlara gelmektedir.
Arapçada “tefa’ul” babından gelen fiillerde genelde “iki failden” bahsedilir ve bu iki fail arasında “karşılıklı” etkileşim, meselenin özünü teşkil eder. Bu yüzden “fikir etmek” fiili, “tefa’ul” babında kullanıldığında “fikirleşmek” şeklinde bir mana ortaya çıkmaktadır. Fikirleşen taraflardan biri tefekkürü yapan iken diğeri Cenabı Hakkın bizatihi kendisidir.
Istılahi olarak tefekkür; aklı selim olan kişinin aklından ortaya koyduğu “düş”ünün, temizlenmiş kalb (kalbi selim) ortamına indirilmesi sonucu (ki bu aşamada düş, kalbe düşünce “düşünce” olur) kalpte tenezzülen iskan buyuran, ilmin kaynağı Cenabı Hak ile etkileşime girerek, ürettiği düşüncenin Cenabı Haktan tasdik görerek insanın femi saadet dediğimiz ağzından çıkması şeklindeki ameliyeye tefekkür denir. Ağızdan çıkan düşünceye fikir, bu kişiye mütefekkir denir. Konu üzerinde detaylı açıklamalar ileride yapılacaktır.
b. Kur’an ve Sünnette Tefekkür
Kur’anı kerimde tefekkürle ilgili ayetlere bakıldığında; Al-i İmran suresi 191. ayette; “Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (tefekkür ederler) derin derin düşünürler” Bakara 266. ayette; “İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar.” Haşr suresi 21. ayette; “Bu misalleri tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz” Nahl suresi 10-11.ayette; “Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) bir toplum için işaret vardır“; Ra’d suresi 3. ayette; “Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen) bir toplum için ayetler vardır” şeklinde yer alan ifadelerle tefekkürün mahiyeti ve önemine işaret eden çok sayıda ayetler bulunmaktadır.
Hadisi şerifler incelendiğinde tefekkür ayetlerinin nüzulü sırasında Efendimizin (sav) değişik hallere girdiği gözden kaçmamaktadır. Mesela sahabe döneminde iki kişi Hz. Âîşe’yi (ra) ziyaret ettiği sırada “Hz. Muhammed (sav)’de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” dediğinde Hz. Âîşeden (ra) rivayet edilen hadisi şerifte;
“Rasulullah (sav) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hz. Bilâl (ra): “Ya Rasulallah (sav) geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, O (sav) : “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır” dedi ve ayeti okudu: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır.[1]” Ondan sonra Rasulallah (sav): “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun” dedi. Ayette geçen ve tefekküre davet edilen akl-ı selim sahiplerinin varmaları gereken netice ise bir sonraki ayeti kerimede şöyle zikredilmiştir;
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler, Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! (derler)[2]“
Tefekkürün önemine dair çeşitli rivayetlerle günümüze ulaşan ve üzerinde çokça durulan hadisi şeriflerden bazılarını burada zikretmeden geçemeyeceğiz. “Allah’ın yarattıkları hakkında bir saat tefekkür, bir gece ibadet etmekten daha kıymetlidir”; “Allah’ın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ibadetle geçirmekten daha kıymetlidir” ;”Bir saat tefekkür, yetmiş yıl ibadetten daha hayırlıdır[3]” buyrulmaktadır.
c. Hâcegân Yolunda Tefekkür; Hâcegân Vakfı Fikriyatı
Hâcegân büyükleri, “Biz bulunduğumuz yere çok zikir çok ibadetle gelmedik, düşüncemizle geldik, düşünceden daha hızlı başka bir şey yoktur” buyururlar. Burada düşünceden kasıt tefekkürdür. Hâcegân pirleri aldıkları emaneti tefekkür binitiyle daha da zirvelere taşımışlar ve el an bugün de taşımaya devam etmektedirler.
Ayeti kerimede geçen “Allah nurunu tamamlayacaktır[4]” ibaresinde yer alan “nur” kelimesi, Kur’anın hükmü yanında “insan” olarak da tefsir edilmektedir. Yani insan tamamlanacaktır. Zira din tamamlanmıştır, tamdır. Nakıs olan insandır. İnsanın kemâlât yolculuğu bitmemiştir. Bu manada Hâcegân pirleri bile kendilerine bırakılan emaneti işlemeye devam etmişlerdir.
Bırakılan emanet, “maiyet sırrı” denilen Hakla birlikte yaşama sanatıdır. Cenâb-ı Hak ile birliktelikte hep kazanım vardır. Bu kazanımlar bir sonraki nesle devredilmekte neticede kemâlât bir önceki döneme göre daha da ileriye taşınmaktadır. Bu tıpkı zahirdeki teknoloji gibidir. Nasıl ki teknik durmadan ilerliyorsa kemâlât denilen şey de durmadan ilerlemektedir. İşte bu ilerleyişte kişinin yeri anlayışla belirlenmektedir. Anlayışın oluşması tefekkür ameline bağlıdır. Yani insan hangi aşamada olursa olsun kendisinin önünü açan en önemli alet veya kendisini hedefe ulaştıran en hızlı binit tefekkür olacaktır.
Bu manada Hâcegân Vakfı bir fikir ocağıdır. Günün kâmil insanları mesabesindeki zamanın hâcelerinin her an hay olan Cenabı Hakla yaşadıkları aşk ocağından elde ettikleri sıcak, mis kokulu ekmek misali, o demden elde edilen taze ve katışıksız muhabbet kokan o fikirlerin husule geldiği yerlerdir. Vakfın binaları gönüllerdir. Binalarla, okullarla, kurslarla vakit kaybetmez. Binalara değil insanlara yatırım yapar. Okulu, kursu, tekkesi gönlüdür. Seyyardır. Her yere sığar, açar kurar o demi yaşar yaşatır. Yer geldi mi hemen toplar, kapatır, pratiktir. Onun için bir insan dahi olsa önemlidir. Bir insan uğruna binlerce bina, okul, kurs feda edilebilir. Binalar, okullar, kurslar adı altında insanların feda edilmesine karşıdır.
Hacegan Vakfı fikriyatı maya gibidir. Sahibi Hace-i Kaniat Muhammed Mustafa (sav)’dır. O, ashabı güzini mayalamış, ashab da sonraki zamanın hâcelerini mayalayarak günümüze kadar bozulmadan gelmiştir. Tıpkı sütün yoğurtla mayalanması gibi. Bugün sağlıklı maya ile mayalanan yoğurt, bembeyaz ve tadı da ilk günkü yoğurdun tadındadır. Hâcegân Vakfı fikriyatı, bu maya misalidir. Nasibi olan herkesi mayalama gücüne sahiptir. Abı hayat gibidir. Serin, soğuk su gibidir. Her derde şifadır. Zira insanlığın tüm hastalıklarının sebebi iman zafiyetindendir. Allaha (cc) inandım diyen çoktur ancak Allah (cc) varmış gibi yaşayan azdır.
İşte zamanın Hâcesi, aşk ocağı denilen gönülden, her an hay olan ve tenezzülen iskan buyuran Cenabı Hakla yaşadığı anın deminden, anın hikmetini ve hakikatini istinbat edebilen, getirebilen kişidir. Bu dem sonucu çıkan yepyeni sıcacık bu fikirler, 70 yıl ibadet gücündedir[5]. Pas sökücü mesabesindedir. Hasta kalplere şifa, paslı gönüllere cila hükmündedir. Bugün, insanlığın ihtiyacı; zamanın münevver, mütefekkir, Allah adamları dediğimiz zamanın hâcelerinin Haktan getirdikleri, anın hikmeti mesabesindeki fikirlerdir. Bu adamlardan doğan fikirler, abı hayat gibidir. Bu hayat suyu, önce kendilerine hayat verir, hay olurlar, yeniden dirilirler. Hararetlerini ve ateşlerini ancak bu su söndürür. Sonra mevhibe-i ilahi olan, bitmeyen ve tükenmeyen bu suyun bereketini Cenabı Haktan bilerek susuz çoraklaşmış gönüllere ulaştırma gayreti içerisine düşerler. Bilir ki gönüller Cenabı Hakkın evleridir. Yapılan her yeni gönül, Hakkın iskan buyuracağı evdir, yeni bir ocaktır, nice demlerin yaşanacağı yerdir.
Bilir ki, ateşi de veren O’dur. Suyu da veren O’dur. O’ndan O’na deveran eden O’dur. Yeter ki ortada sen olmayasın, ben olmayayım, hep O (cc), olsun.
…..
Ademliktir[6] insanı âdem[7] yapan,
O demdir âdemi ayakta tutan,
Demi demdir bu âlem,
Ademi âdemler doğuran,
Hâce-i Hâcegândır, yâri dost besti best.
Hülasadır insan bu kevni âlemin,
Hazreti insandır gaye-i kelamı kadimin,
İnsanı hazret yapan tohumudur kâmilin,
Hâce-i Hâcegândır, dostu yâr besti yâr.
…..
aa. Düşünce – Tefekkür Ayrımı
Tefekkür ile düşünce arasındaki ayrım, düşünme eyleminin Cenâb-ı Haktan karşılık bulup bulmamasına bağlıdır. Cenâb-ı Haktan karşılık bulmayan akıl ameliyesine düşünce denir. Düşüncede teklik vardır. Zannilik vardır. Tahmin vardır. Tefekkürde haktan bir karşılık olduğu için “hakikat” vardır. Bu düşünülen şey eşya ise ve Allah’tan karşılık bulmuş ise “eşyanın hakikati” sezilmiştir, anlaşılmıştır. Bu şekilde yapılan tefekkür yetmiş yıl ibadete karşılıktır. Yoksa insanın “ay”ı Allah yarattı, “yıldız”ı Allah yarattı, deyip bu eylem karşılığında yetmiş yıllık ibadet karşılığı beklemek ahmaklık olsa gerektir.
Yorum da bir düşünce mahsulüdür. Yorumda belki bir bilginin varlığı yoruma ağırlık kazandırabilir. Ancak ayeti kerimelerde Cenâb-ı Hakkın bizlerden istediği “tefekkür” eylemini karşılamadığı görülmektedir.
bb. Fikir, Düşüncenin Cenâb-ı Haktan Tasdik Görmüş Halidir.
Düşüncenin Cenâb-ı Haktan nasıl karşılık bulduğunu ve fikre / fikriyata dönüştüğünü Allah dostlarından olan Bişri Hafi hazretlerinin hayatından bir kesitle cevap verelim.
Bişri Hafi hazretlerinin İslâmi yaşantıya dönüş yapmadan önceki hali hepimizin malumudur. Bir gün aşırı alkollü bir vaziyette sokakta yürümeye çalışırken bir kâğıt parçasının etrafta dolaştığını görürler. Önce dikkatlerini çekmez ancak bir rüzgârın evirip çevirip önüne attığı kâğıt parçasını zorda olsa Bişri Hafi hazretleri fark eder. Kâğıt üzerine alkollü olmasına rağmen düşünür. Öyle düşünür ki, kendi kendine bu kâğıt parçasına Kur’an ayetleri yazılıyor bunun yerde olmaması lazım geldiği sonucuna varır ve yerden eline kâğıdı alır, kâğıda baktığında orada gerçekten “Allah” isminin yazılı olduğunu görür. Bu sefer tekrar gönlüne yönelir ve içten ve derin bir düşünüşle;
“Yarabbi sen kendi ismini bu cansız kâğıda yazdın ve benim elimle onu yere düşürmekten kurtardın. Keşke benim kalbime de ismi şerifini yazsan da birileri de beni şu çirkeflikten kurtarsa diyerek içten sızlanır” bu düşünce Cenâb-ı Hakkın çok hoşuna gider ve Bişri hafi Hazretlerini maişetini demircilikle sağlayan zamanın kutbu olan zata yönlendirir. Bişri Hafi hazretlerinin bu düşüncesi kendisine büyük kapıların aralanmasına vesile olur.
İşte düşüncenin Cenâb-ı Haktan karşılık bulması bu şekildedir. Karşılık bulan bu düşünceye “tefekkür” denilmiştir. Bişri Hafi hazretleri, yetmiş yıllık ibadetle ulaşamayacağı seviyeye bir anlık tefekkür ile ulaşmıştır. Tabir caizse tam onikiden vurmuştur.
Tefekkür için ön bir ibadet koşul yoktur. Bişri Hafi hazretlerinin o hali gibi insan hangi halde olursa olsun bu yol ona açıktır. Kişinin Müslüman olması da şart değildir. Zira Kur’anda yer alan tefekkür ayetleri incelendiğinde gayri müslümlere dahi “tefekkür” etmedikleri için sitem edildiği görülmektedir. Bir gayri müslimin bu yolu kullanarak Cenâb-ı Haktan alacağı karşılıkla Bişri Hafi hazretleri gibi olması muhtemeldir. Ancak tefekkür ibadetinin inanan Müslümanlar açısından önemi üzerinde de dikkatle durulmalıdır. Sarhoş bir kişinin veya gayri müslim bir kişinin tefekkürü sayesinde geldiği nokta böyleyken samimi bir müslümanın veya bir âlimin, arifin tefekkürü nasıldır onu artık siz düşünün.
Büyüklerimiz “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” buyurmuşlardır. Yukarda verdiğimiz örnekte insan sadece bir düşüncesinde isabet etmiş ve haktan karşılık bulmuştur. Bir de her yöneldiğinde Hakkın lütfüne mazhar olmuş kişileri bir düşünelim. Bu kişilerin her mesele hakkındaki tefekkürünü düşünelim. İnsanı gerçekten heyecanlandıran bir durumla karşıyayız. Meseleyi daha açık bir örnekle izah etmek gerekirse, hani anlayış meselesini izah etmek için kullandığımız inek örneği vardı. Şayet inek hasta ise kendisine ne kadar tabî yeşil ot verilirse verilsin ondan çıkan sütün hastalıklı olduğunu belirtmiştik. Yani insan hasta ise nefsini ıslah etmemiş ise kendisi ne kadar temiz ayet ve hadisi tefekkür etmeye çalışırsa çalışsın onda hastalıklı fikirler çıkacaktır. Kişinin samimiyeti nispetinde isabet olması mümkündür. Ama her an isabeti mümkün değildir. Bu manada nefsini ıslah etmiş kişinin tefekkürü ile hasta kişinin tefekkürü arasında fark vardır. Her ikisi de süttür, beyazdır ancak arada kalite farkı vardır.
Öyleyse sağlam ve sahih ve daim bir tefekkür için temizlenmiş bir kalp, bunun için tezkiyesi yapılmış bir nefs ve vahyin emri altına girmiş selim bir akıl lazımdır. Mademki tefekkür aklın amelidir. Akıl zararlı dış etkilerden sıyrılmalıdır. Kur’anın ifadesiyle selim bir akıl olmalıdır. Aklın selimiyeti, kalbin selimiyetine bağlıdır. Kalbin nasıl temizlendiği, kalbi selim halini aldığını kalp kavramı bahsinde detaylıca işlemiştik. Akıl, kalp ortamında Cenâb-ı Hakkın tenezzülen kuşattığı gönüle yönelecek ve Cenâb-ı Hakkın lütfettiği hakikati aklıyla kuşatarak bir karşılıklı fikirleşme-buluşma meydana gelecek ve buluşmaya tefekkür denilecektir.
Tefekkürde bir kuşatma vardır. Bu yüzden hadisi şeriflerde tefekkür alanının sınırı çizilmiştir. İnsanın Cenâb-ı Hakkı kuşatması düşünülemez bu sebeple hadisi şeriflerde her şeyi tefekkür edin ancak Cenâb-ı Hakkın zatı hariç buyrulmaktadır. İbn Abbastan (r.a) rivayet edilen hadisi şerifte bazı insanlar Allah’ın zatı hakkında düşünmek istediler. Bunun üzerine Efendimiz (sav) bu hususta şu açıklamada bulundu: “Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın şahsı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz [8]“
Hâcegân yolunda kişiye önce zikir verilir, zikirle kalp temizlenip belli bir olgunluğa gelince murakabe dediğimiz dersler başlar. Yukarda Ali İmran suresinin 191. ayetinde Cenâb-ı Hak tefekkürden bahsetmeden önce, bahse konu kişilerin Allahı nasıl zikrettiklerinden bahseder. Sağlam ve sahih tefekkür için zikrin ne kadar önemli olduğu ince bir anlatımla ayetlerde işaret edilmiştir. Hâcegân pirleri bu inceliklerin hepsine vakıf oldukları için önce kişiye zikri tesviye etmişler, nefsin tezkiyesine önem vererek kalbin temizliğine bakmışlardır. Zira tefekkür işi kalpte olacaksa bu fikirleşme buluşma kalpte meydana gelecekse kalbe bir çeki düzen vermek gereklidir. İçerisi perşembe pazarına dönmüş, Allah’tan gayri her şeyle doldurulmuş bir kalpte neyin tefekkürü yapılacağı bellidir.
Meseleyi toparlayacak olursak tefekkür, Cenâb-ı Hak ile buluşma ameliyesidir. Bu buluşma öncesi insanın kendisine çeki düzen vermesi gereklidir. Ancak insan kendisine çeki düzen verse de layıkıyla temiz olması mümkün değildir. Ne kadar temiz olunduğu zannedilirse zannedilsin Hakkın yanında bir kirlilik olacaktır. Hâcegân pirleri bu durumun farkında oldukları için bir püf noktası bulmuşlardır. Oda sevgidir. Kalb mekânında sevgi ne kadar fazla ise kusur ve ayıplar o oranda görülmemektedir. Akıl bir gemi, tefekkür varılacak bir liman ise sevgi, bu geminin rahat yürümesini sağlayan deniz gibidir. Sevgi denizi ne kadar büyükse akıl gemisi rahat yüzer. Kalpte aşk yoksa bu akıl gemisini yürütmek zordur. Hani derler ya iki gönül bir olunca samanlık seyran olur. Bu aşk ne kadar çok olursa Cenâb-ı Hak da bizim gönlümüzdeki kirliliğe bakmayacak, Bisri Hafi misali kusurlar ve küsürlar nazara alınmayacak ve Cenâb-ı Haktan karşılık bulacaktır.
Bu sebeple neyin hakikati bilinecekse (Hakkın zatı hariç) akılla bilinecek, aklı Hakka taşıyan aşk olacak, bu olaylar kalp ortamında gerçekleşecek ve bu mutlu sona “tefekkür” denilecektir.
Hâce-i Hâcegân [9]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Âl-i İmrân, 3/190.
[2] Âl-i İmrân, 3/191.
[3] Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310.
[4] Saf Suresi 8. Ayet; “Onlar ağızlarıyla Allah´ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.”
[5] İbn Abbas ve Ebu’d-Derda‘dan rivayet edildiğine göre “Bir saat tefekkür yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.” Bkz.: Aliyyu’l-Kārî, Esrâru’l-Merfû’a, 175; Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310).
[6] Adem: yokluk.
[7] Âdem: insan, insanı kâmil.
[8] Mecmau’z-Zevaid, 1/81, Kenzu’l-Ummal, h. No: 5707).
[9] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.