8.1. SABIR EHLİ OLMAK (1. Bölüm)
Efendimiz ﷺ ; “iman iki parçadan ibarettir. Bir parçası sabırdır, diğer parçası şükürdür”[1] buyurmuşlardır. Sabır ve şükür birbirlerini tamamlayan iki kavramdır ve imani bir meseledir. İmana dairdir. İman da vehbi olduğuna göre sabır ve şükür Cenâb-ı Hakkın insana mahzayı lütuf olarak verdiği önemli nimetlerdendir. Cenâb-ı Hakla bağlantılıdır. Zira “Sabur ve Şekur” Cenâb-ı Hakkın esmalarındandır.
Peygamber Efendimiz ﷺ ile Hazreti Ali Efendimiz arasında geçen konuşma hala kulaklarımızda çınlamaktadır. Allah’tan ﷻ sabır dileyen Hz. Ali Efendimizi işiten Peygamber ﷺ Efendimiz ;
“Ya Ali Allah’tan sabır isteme, sabır istemek bela istemek gibidir. Sen Allah’tan bela mı istiyorsun? Allah’tan şükür talep et, genişlik ve afiyet iste”[2] buyurmuşlardır.
Biz de Cenâb-ı Haktan sabır konusunu anlatacağız diye bize sabrı yaşatmasını istemiyoruz. Ama sabır konusu kâmilen yaşanmadan da yazılamaz. Hz. Eyüp (as)’mın yaşadığı sıkıntı ve çileler karşısında bizim içinde bulunduğumuz bolluk ve bereket mukayese edildiğinde bizim sabır konusunda söz söylememiz ne derece doğru olur bilemiyorum. Efendimiz ﷺ dâhil büyük Allah dostlarının yaşadıkları yanında bizim yaşadığımız devede kulak değil tüy dahi olamaz. O yüzden Cenâb-ı Hakkın bize sunduğu sonsuz nimetler karşısında ne kadar şükretsek azdır.
Neticede bir küp şekerini düşündüğümüzde şekerin bütününe de şeker dendiği gibi şekerin bir kırıntısına da şeker denilmektedir. Bizde bu çerçevede sabırdan nasibimize düşen kırıntıları hatıra getirerek konuyu incelemeye geçmek istiyoruz.
a. Terim Tanım
Sabır kelimesi Arapça olup, “صَبَرَ” “sa-be-ra” kökünden türetilmiştir. Sözlükte; engellemek, hapsetmek, güçlü ve dirençli olmak, üzüntü ve başa gelen belalar karşısında direnç göstermek, tahammül göstermek, akıl ve şeriatın gerektirdiği şeylere nefsi vakfetmek, musibet anında kendini tutmak, harp esnasında cesur olmak, güç ve sıkıntılı anlarda gönül ferahlığı, sözü gizleme, gibi anlamlara gelmektedir[3].
Istılahî olarak ise sabır; İslâmın emir ve yasaklarını tatbik ederken ve imtihan gereği musibetler karşısında yılgınlık göstermeyip direnmek, cesaret ve dayanıklılık göstermek demektir. Sabır, hak yolda yaşamanın bedeli olan zorluklara göğüs germek, hedefe ulaşmak konusunda direnç, ahlakî disiplin ve nefsi kontrol altında tutmak olarak tarif edilmektedir.
b. Kur’an ve Sünnette Sabır
Kur’anı Kerim incelendiğinde sabrın doğrudan geçtiği ayet sayısının az olduğu, aynı kökten gelen çeşitli isim ve fiillerden türetilerek dolaylı olarak zikredilen yüze yakın ayetin olduğu görülmektedir[4]. Bu ayetlerde genelde sabrın önemi üzerinde durulmakta ve sabırlı davranışların yüceliği ve mükâfatının üstünlüğüne dikkat çekilmektedir. Ayeti kerimelerin bazılarına göz atacak olursak;
Bakara suresi 155. ayette; “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” Başka bir ayette; “Ey iman edenler, sabır ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Allah sabredenlerle beraberdir.“[5] ; “Allah sabredenleri sever.”[6]; “Sabrederseniz, andolsun bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”[7] ; “Fakat kim sabreder, affederse şüphesiz bu, çok önemli işlerdendir.”[8]; “...Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir“[9] buyrulmaktadır.
Hadisi şerifler tarandığında Efendimiz ﷺ, sabrın kişiyi telaştan ve yanlış işler yapmaktan koruyucu özelliği sebebiyle “sabır ışıktır”[10] şeklinde ifade buyurduğu, yine kendisinden sürekli yardım talebinde bulunan bir kişiye yardım ettikten sonra; “hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet verilmedi”[11], yine “kim sabrederse zafere ulaşır”[12]şeklinde beyan ettiği, rivayet edilmektedir.
Başka bir hadiste; çocuğunu kaybeden ve acısıyla ağlayan bir kadına Efendimiz ﷺ “Allah’tan kork, sabırlı ol” dediği ve buna karşılık kadının; Benim derdimden sen ne anlarsın!
Şeklinde cevap verdiği, ancak kendisine nasihat edenin Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ﷺ olduğunu anlayınca ondan özür dilediği ve bunun üzerine Efendimiz ﷺ; “Sabır ilk sarsıntı sırasında gösterilen metanettir” şeklinde ifade buyurduğu nakledilmiştir.
Girişte zikrettiğimiz hadisi şerifte; Hz. Ali Efendimiz; “Allah’ım! Senden sabır diliyorum” dediğinde Cenâb-ı Peygamber ﷺ ; “Bu sözünle Allah’tan ağır bir imtihan istemiş oldun; O’ndan afiyet dile!” şeklinde buyurmuştur[13].
Ayeti kerimeler ve hadisi şerifler incelendiğinde sabrın ne olduğunun çerçevesinin genel olarak çizildiği görülmektedir. Sebebi ise sabrın anlatılır değil daha çok yaşanılır bir şey olmasından kaynaklanmaktadır. İmanın yarısı olan ve çok methedilen sabrın içinin doldurulması için Kur’anın ve Sünnetin diğer ahkâmlarından, özellikle Efendimizin ﷺ ve ashabının yaşantılarından yararlanmak gerekmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında sabır, kimi yerde taşkınlık çıkarmadan acılara katlanma şeklinde pasif bir duruş olduğu gibi kimi yerde bir direnme ve bir çabalama ameliyesi olduğu görülmektedir.
Sabır denilince genel anlamda başa gelen sıkıntı ve belalara karşı şikâyet etmemek, o bela ve sıkıntıyı çekmek anlamında bilinmektedir. Ancak sabrın kelime manasında da olduğu gibi direnç göstermek, cihat esnasında kahramanlık göstermek, elden gelenin yapılması gibi bir durumu da kapsadığı unutulmamalıdır.
c. Sabrın İki Cephesi
aa. Kul Cephesi
Sabır iki cepheden incelenmelidir. Bunlardan birincisi kul cephesidir. Kul kendisi hakkındaki hayrın ve şerrin ne olduğunu bilemez. Zira zahiren “şer” gibi gözüken bir şeyde Cenâb-ı Hak “hayr” murat etmiş olabilir. Ezelde kendisiyle ilgili yazılan takdiri göremediği için hangisinin kendisi için “daha hayr” olduğunu bilemez. Bu sebeple kendisi, cüzi iradesi, aklı ve ilmi ile dinimizin emrettiği fiilleri işlemeye memurdur. Bu cephede kul Allah’ın işine karışmaz, kul kendi işine bakar. Bu cephede kul, başına gelen bela ve musibetler karşısında ilim, akıl ve vahiy çerçevesinde bazı yapacakları şeyler vardır. Örneğin cihat sırasında mümin kimse, olanca gücüyle kahramanlık göstererek düşmanı yenmek fiilini işlemek zorundadır.
Ayeti kerimede Cenâb-ı Hak; “ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ “, “Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin”[14] buyrulmaktadır. Ayeti kerimede “sabır” kelimesi ardarda iki defa geçmektedir. İlk sabır kelimesini İslâm âlimleri “sabredin” şeklinde, ikinci sabır kelimesini de lügat manasında olduğu gibi “düşmana karşı cesur olun, sebat gösterin” şeklinde tefsir buyurmuşlardır. Bu cephedeki sabırda pasiflik yoktur. Netice bilinmediği için kişi İslâmi ölçüler çerçevesinde elinden gelen gayreti göstermelidir. Bu amele de Kur’an “sabır” demektedir. Sabır bu yönüyle çokça methedilirken diğer yönden de Cenâb-ı Peygamber ﷺ ; “sabır isteme, bela müsibet istemiş oluyorsun” buyurarak sabrın istenmemesine işaret etmiştir. Bu iki durum birbiri ile çelişmemektedir. Bela veya musibet isteme ancak bela ve musibete duçar olduğunda şunları yap, şunlara sarıl denilmektedir.
Zahir savaş sırasında kahramanlık göstermek sabrın fiili cephesi ise bunun insan bedeni üzerinde, özellikle büyük cihat olan nefsle mücadelede önem arz ettiği tartışmasızdır. İnsanın nefsi harama meylettiğinde sessiz kalıp, durumu akışına bırakmamalıdır. İnsan bu süfli istekle mücadele etmelidir. Ayeti kerimede bize namaz örnek gösterilmektedir. “Sabırla ve namazla yardım dileyin” buyrulmaktadır. Kişi burada kötü fiili işlememek için direnç göstermeli, bu bir ortamsa ortamdan kaçmalı, dinin kendisine emrettiği fiillere yönelerek belanın def’i için sa’yü gayret etmelidir. Bu fiil sabrın eylemsel boyutudur. Tasavvuf erbabı bu durumlarda “yakin” e müracaatı tercih ederler. Tasavvuf tabiri ile “hızır’a değil hazıra” bakar. Yani kendisini yakine götürecek en büyük vesile olan Allah dostuna müracaat eder. Allah ﷻ ile yaşadığı hususi halleri (yakini) düşünür. Nefsi harama meyilden alıkoymaya çalışır. Burada bir pasif duruş yoktur, bir mücadele vardır. Bu yapılanların hepsi sabrın eylemsel boyutuna dâhil olup sabır kavramı içerisinde değerlendirilmektedir.
Sabrın eylemsel boyutu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz. Zira gözden kaçan, biraz yanlış yorumlanmaya müsait bir konu. Bu konuda Müslümanların geneli, karşı karşıya kaldıkları haksızlıklarda “Allah’tandır” diyerek bu olumsuzlukları sineye çektikleri görülmektedir. Bu manadaki pasiflik sebebiyle haksızlıkları yapanların es geçildiği, bu haksızlığı yapanların yanına kâr kaldığı, akabinde bireysel veya toplumsal zillet halinin meydana geldiği hepimizin malumudur. Pasifliğin adı sabır olmuş, tevekkül olmuş veya adına başkaca dini kılıflar geçirilerek zillete razı olunmuştur. Bu ne imana, ne dine, ne vicdana, ne de insanlığa sığan bir durumdur. Meseleyi daha somut bir örnekle açıklamaya çalışalım;
Bir Müslümanın ticaret yaptığını, ticaretinde mallarını bir dolandırıcıya kaptırdığını düşünelim. Şimdi bu Müslüman iki şekilde düşünebilir.
Birincisi; “Bu olanlar bana Allah’tan gelen bir musibettir. Demek ki benim yaptığım bir yanlış nedeniyle bu başıma geldi. Burada yapılacak bir şey yoktur. Ben yanlışlarımın peşine düşmeliyim” diyebilir.
İkincisi; “Bu dolandırıcı benim saflığımdan yararlanarak beni dolandırdı. Sahte çek verdi. Ben hakkımı aramalıyım. Yasal yollara müracaat etmeliyim” diye de düşünebilir.
Sizce hangisi doğru! Hangisi övülen bir haldir?
Bu sorunun cevabı, bu sözleri söyleyenin kimliğinde ve kişiliğinde gizlidir. Kişi gerçekten meselelere Hak cephesinden bakabiliyorsa, meselesini bizzat Cenâb-ı Hakka arz edip çözebiliyorsa, Hakkın gören gözü tutan eli mesabesinde ise sebepler perdesini aşmış ve Hakikat sırrına vakıf ise levhi mahfuza Allah’ın lütfu ve izniyle bakabilen gerçek bir Allah dostu ise birinci söz doğrudur. Bu kişiler yok denecek kadar azdır. Bu kişinin ikinci şıktaki adi sebeplere sarılması düşüklüktür. Bu cephe Hak cephesidir, hakikat cephesidir. Bu cepheden bakabilenler için meselelerin hakikati görünür. Bu konu üzerinde, ikinci bölümde, sabrın “Allah ﷻ cephesi” başlığı altında detaylıca durulacaktır.
Ancak bu kişi, bizim gibi meselesini Allah ﷻ ile halledemeyen, sorusuna cevabı doğrudan Allah’tan ﷻ alamayan, yukarda arz edilen vasıfta biri değil ise doğru cevap ikincisidir. Bu cephe şeriat cephesidir, kul cephesidir. Bu haldeki kişinin birinci seçenekteki gibi “bu Allah’tan gelen bir musibettir. Burada yapılacak bir şey yoktur” demesi kusura bakmayın hamakat ve yalancılık olur.
Biz, şeriata göre amel etmeye memur olduğumuza göre; karşılaştığımız hadise karşısında yapılması lazım olanı yapmak, meşru direnci göstermek zorundayız. Bahsettiğimiz bu örnekte dolandırılan kişi hukukunu korumak için elinden geleni yapması, yasal yollara veya mahkemeye müracaat etmesi dinin emridir. Tüm aşamalar bittikten sonra neticenin Cenâb-ı Haktan beklenmesi gereklidir. Bu yapılması gerekenler de “sabır kavramı” içerisinde olup sabrın eylemsel boyutudur. Sonraki aşama daha çok tevekkülü oluşturmakla birlikte bu bekleme halinde ayrıca içsel, fiili olmayan sabır da söz konusudur. Burada sabrın pasif halinden bahsedilebilir. Bu aşamadan sonra metanet gösterilmesi gereklidir.
Cenâb-ı Hak bizlere sabra konu olacak bela ve musibetler vermesin. Şayet vermiş ise kendisine yönelerek razı olacağı en güzel amelleri işlemek ve en güvenli limanlara sığınmak suretiyle sabrı cemil ihsan eylesin.
Hâce-i Hâcegân [15]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Suyuti, Camiussağir, Hadis No: 3106; Müttekî, Hadis No: 61; Ayrıca; Beyhâkî; Deylemî. Benzer hadisler için bkz: Buhârî, Kebîr, V, 25; Deylemî, 1,128.
[2] Müsnet, V, 231, 235; Tirmizi, Da’avat”, 93
[3] İslâm Ansiklopedisi, “sabır” maddesi
[4] Muhammed Fuad, Abdulbaki, El Mu’cem, “sabır” maddesi.
[5] Bakara, 153
[6] Âl-i İmran, 146
[7] Nahl, 126
[8] Şûrâ, 43
[9] Nahl, 42
[10] Müslüm, Taharet, 1; Tirmizi, Da’vat, 86
[11] Buhari, Zekât, 50; Müslim, Zekât, 124
[12] Ahmed b. Hanbel, I, 307.
[13] Müsnet, V, 231, 235; Tirmizi, Da’avat”, 93
[14] Âl-i İmran, 200
[15] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası