7.2. ŞÜKÜR EHLİ OLMAK (2. Bölüm)
Şükür konusunu daha iyi anlayabilmek için bu bölümde, şükürle ilişkili gördüğümüz bazı konular üzerinde durarak şükrün sınırlarının çerçevesini çizmeye çalışacağız.
d. Şükür-Tevhid-Sabır İlişkisi
Şükürde bazı alt yapıların olması gerektiğinden bahsetmiştik. Şükürde ilim, hal ve amel gereklidir. Şükür daha üst kapsamlı bir kavramdır ve içerisine tevhidi de alır. Şükür kuru bir “Elhamdulillah” veya “teşekkür ederim” demek değildir. Şükrün mütekamilen olması için öncelikle nimet verenin Cenâb-ı Hak olduğunun bilinmesi hatta aradaki sebeplerde de Cenâb-ı Hakkın iradesinin varlığına tam bir imanın olması gerekmektedir. Burada tam bir tevhid istenmektedir. Nimetin şükrü için verenin teklenmesi şarttır. Başkaca ortaklar araya konmamalıdır. Bize gelen nimet amrdan zeydden (ahmetten mehmetten) gelmiş olabilir. Nimetin verilmesi iradesinin Cenâb-ı Haktan olduğunun tam olarak bilinmesi tevhidin yani “Lailahe illAllah” lafzının bir açılımıdır. Fatiha suresinde geçen “iyyakena’budu ve iyya kenastein” ifadesi de “LailaheillAllah” lafzının açılımıdır. Yalnızca Cenâb-ı Hakka kulluk etmek, yalnızca ondan yardım dilemek, nimetin yalnızca ondan geldiğine inanmak hepsi birbiriyle ilintilidir. Demek ki şükrün içinde aynı zamanda tevhid de vardır.
Şükür, içerisinde tevhid gibi sabrı da barındırır. Allah’tan gelen nimete şükür varken bela ve musibete karşı da sabır vardır. Bela ve musibet halinde bile kulun “Elhamdulillah” diyebilmesi, belki daha beterine düşülmediğinden şükürcü olunması istenmektedir. Sabrı, şükrün içerisinde yaşayabilmek, her hal ve karda şükürcü olabilmek çok faziletli bir kemâldir.
Cenâb-ı Peygamber ﷺ; “Allah Teala, dört sözü diğer sözlere üstün kıldı. Onlar sübhanallah, elhamdülillah, lailaheillallah ve Allahü ekber’dir. Kim sübhaüallah derse ona on sevap yazılır, on günahı silinir. Allahü ekber ile lailahe illallah diyenlere de aynısını vardır. Kim, bir nimete karşılık olmasa dahi elhamdülillah derse ona da otuz sevap yazılır, otuz günahı silinir.”[1] Başka bir hadiste; “Zikrin en faziletlisi Laihe illahdır. Duanın en faziletlisi Elhamdulillahtır”[2] buyrulmaktadır.
Cenâb-ı Hak ile Cebrail (as) arasında geçen ve Allah’ın en çok razı olduğu kuldan bahseden kıssayı tekrar hatırlayalım. Şakiler defterine yazı bir kula Cebrail (as) bu durumu ilettiğinde “Elhamdulillah” deyip şükür secdesi yapıyor. Niye ? Diyor ki Cenabı Hak beni muhatap almış, bir deftere yazmış. Ya muhatap almasaydı, ya bir deftere yazmasaydı. Her hal ve karda “Elhamdulillah” diyebilmek. Zikrettiğimiz hadisi şerifde de “hamd” halinin neden üstün olduğu daha iyi anlaşılıyor. Elhamdulillah demek otuz hasene, diğer durumlar “az hasene”. Elbette dinimiz sevap tüccarlığını emretmiyor. Çok sevap olanı yap diğerini boşver gibi bir durum da söz konusu değil. Ama ortada gerçekten bir çok durumu içerisinde barındıran önemli bir konudan bahsedildiği unutulmamalıdır.
e. Şükür-Kulluk İlişkisi
Sahabeden birisi Hz Aişe validemize gelerek, Peygamber Efendimizden ﷺ gördüğü en acaip şeyin ne olduğunu sorarlar;
Hz. Aişe (ra) validemiz bu söz üzerine ağlayarak; “Hazreti Peygamberin ﷺ hangi durumu acaip değil ki!” buyurarak yaşadıkları bir ânı anlatmaya başlarlar. “O bir gece bana geldi. Yatağıma yattı. Vucudum onun vucuna değdi. Sonra şöyle dedi;
“Ey Ebubekirin kızı! Beni bırak ki rabbime ibadet edeyim!” bu sözü üzerine “sana yakın olmayı severim, fakat senin istediğini kendi isteğime tercih ederim” deyip ibadet etmesine izin verdim. Su dolu bir testiyi alıp abdest aldı. Fakat çok fazla su sarfetmedi. Sonra kalkıp namaza durdu. Gözyaşları göğsüne akacak derecede ağladı. Sonra rukua vardı ağladı. Sonra secdeye vardı, ağladı. Sonra başını kaldırıp ağladı. Böylece bilal gelip sabah namazının vaktini kendisine bildirinceye kadar ağladı. Bunun üzerine;
“Ey Allah’ın Rasulü ﷺ seni ağlatan nedir? Oysa Allah (cc) senin geçmiş ve gelecek günahlarını, senin için affetmiştir” dedim.
Hazreti Peygamber ﷺ bana şöyle dedi;
“Ey Aişe ben çokça şükreden kul olmayayım mı?”[3]
Efendimiz ﷺ, sabaha kadar rükû ve secde halinde gözyaşları göğsüne akacak şekilde ağlıyor. Ve neticede buna şükür diyor. İşte bu yüzden şükrün fazileti diğer amellerden üstün kılınmıştır. Hasenesi bu yüzden yüksektir. Peygamber Efendimiz ﷺ bu hadisi şeriflerinde şükrün nasıl yapıldığını gözler önüne sermektedir. Bu yüzden şükür kuru bir “teşekkür ederim” değildir. Şükrün üç unsuru olan ilim, hal ve amel bu örnekte açıkça görülmektedir.
Hazreti Ali (ra) efendimizin buyurduğu; “şükür için kulluk” böyle olsa gerek diye düşünüyoruz.
Hz. Ali efendimiz (ra) kulluk çeşitlerini bizlere şöyle ifade buyurmuşlardır; “Bazı insanlar bir şeyler umarak kulluk yapar; bu tüccar kulluğudur. Bazıları da korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur. Diğer bir kısmı ise şükür olsun diye kulluk yapar; işte bu, tüm menfî duygulardan kurtulmuş seçkin kimselerin (havâssın) kulluğudur.”
Hiçbir menfaat gözetmeksizin kulluk yapmak. Hazreti Ali efendimiz bu tarz kulluğu “şükür kulluğu” şeklinde tanımlamışlardır. Menfaat kelimesinin içerisine, cennette girmektedir. Cennet için yapılan kulluğun tüccar kulluğu olduğu, cehennem korkusuyla yapılan kulluğun köle kulluğu olduğu ifade edilmektedir. Aslında bu durum yerilmemiştir. Ayeti kerimelerde bu dünyanın ticarethane olduğu, hadisi şeriflerde bu dünyanın ahiretin tarlası olduğu ve yine ayet ve hadislerde cehennemin şiddeti anlatılarak kulluğa teşvik edildiği görülmektedir. Ancak burada sırf Allah (cc) rızası için, sırf nimetler karşılığında şükür olsun diye yapılan kulluğun faziletinin diğerlerinden üstün olduğu vurgulanmıştır.
f. Şükür-Küfür İlişkisi
Birçok ayeti kerimelerde şükrün zıt anlamının; “küfür, nankörlük” olduğu ifade edilmektedir. Bakara suresi 152. ayette Cenabı Hak ”فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟” : “beni zikredin ki bende sizi zikredeyim. Şükredin nankörlerden olmayın” buyrulmaktadır. Burada nankörlük olarak ifade edilen kelimeye bakıldığında “tekfurun” lafzından bahsedilmektedir. Tekfurun demek “tekfir edici” demek, yani kâfir demektir. “Tekfir edicilerden olmayın” buyrulmaktadır. Ayette şükrün zıddı “küfür” olarak geçmektedir. Öyleyse şükrün sınırı küfüre kadar dayanmaktadır. Kapsamının genişliğini buradan da anlamak mümkündür. Küfür olmayan her alan şükür kapsamındadır. Kulluksa şükür kulluğu, zikir ise şükür zikri, ibadet ise şükür için ibadet, şükür için namaz, oruç, zekât, vs. her şey şükür için yapılmaktadır.
Küfür kelimesi zaten bir şeyi örtmek manasına gelmektedir. Şükrün kelime manasının “hayvanın yediği besini, verdiği sütü ve semizliği belli etmesi” olduğunu belirtmiştik. Demek ki şükürsüzlük insanın kendisine verilen nimetleri belli etmemesi, verilen nimetleri görmezden gelmesine denilmektedir. Dolayısıyla müfessirler şükürsüzlük halini küfür şeklinde tefsir etmemişler de biraz daha yumuşatarak “nankörlük” şeklinde tercüme etmişlerdir. Aslında nimetler karşısında şükürsüz olma hali karşısında nankörlük ile küfür arasında bir fark bulunmamaktadır.
g. Hâcegân Yolunun Şükür Anlayışı
Hâcegân yolunda şükür anlayışı elbette yukarıda izah edilen ayeti kerimelerde ve hadisi şeriflerde geçen İslâmın ortaya koyduğu tüm hususlardır. Ancak Hâcegân yolu şükrün eylemselliği yanında bu eylemselliği anlamlı hale getiren onun içini dolduran, ona ruh katan şükrün, anlayış boyutunun önemine özellikle vurgu yapar. Tabir caizse şükrün püf noktalarından biri de “şükrün anlayış boyutu” der. Meseleyi daha iyi izah edebilmek için Musa (as) kıssasına yeniden dönecek olursak; Musa (as) Cenâb-ı Hakka; “Yarabbi Hz. Âdemi kudret elinle yarattın, acaba sana nasıl şükretti? Diye sual buyurduğunda, Cenâb-ı Hak Musa’ya (as); “Bütün olanların benden olduğunu bildi. Onun bilmesi şükürdür” [4] buyurmuştur.
Şükrün üç rüknünden bahsetmiştik. İlim, hal ve amel. Amel şükrün eylemsel boyutudur. Eylemsel şükürde, ibadet veya mal söz konudur. Malın zekâtının verilmesi, aynı zamanda malın bir şükrüdür. Cenâb-ı Hakka karşı fiili bir teşekkürdür. Bu, şükrün eylemsel boyutudur. Eylemin içerisine ilim ve hal sokulmadığı müddetçe kuru bir teşekkür olacaktır. Nasıl ki ilmi ve hali içermeyen kuru bir “teşekkür ederim” şükür kapsamında değilse içerisinde ilim ve hali barındırmayan amel de kuru kalacaktır. Bu yüzden şükrün bir de fikri boyutu vardır. Bu boyutta şükür düşünüldüğünde; Cenâb-ı Hakkın bizim vereceğimiz bir mala veya ibadete ihtiyacı olmadığı görülür. Zekat verdiğimizde, şükür secdesi veya şükür için namaz kıldığımızda bizde oluşan hal nedir? İbadet sonucu bizde varlık mı oluşmakta yoksa yokluk mu, acziyet mi oluşmakta. Ayeti kerimede; “benim nimetlerimi saymakla bitiremezsiniz”[5] buyrulmaktadır. Sonsuz nimetlere ulaşan bizler hangi birinin şükrünü layıkıyla yapabiliriz ki; Bizim yaptığımız ameller deryada bir damla hükmünde bile değildir. O yüzden Âdem (as) gibi “Bütün nimetlerin Allah’tan olduğunun bilinmesi ve ne yapılsa eylemsel bir karşılığının verilememesinde yaşanan acziyet” şükrün fikri boyutu olup aynı zamanda şükrün de püf noktasıdır.
Bir gün Hâcegânın büyüklerinden birisinin yanına bir dervişi gelir ve yaşadığı bir hali aktarır: “Efendim gece teheccüde kalkıyorum, büyük bir keyifle abdest alıyorum, teheccüd namazı kılıp rabbime şükrediyorum. Çevredeki evlere bakıyorum. Kimsenin lambası yanmıyor kimse kalkmıyor. Bende daha da keyiflenerek bu yaptığım ibadet nedeniyle halime şükür ediyorum.” der.
Büyük zat tekrar sorar; “bak ben geceleri kalkıyorum kimse kalkamıyor diye mi düşünüyor şükrediyorsun?“
“Beli kurban” diyor derviş.
Hâcegân büyüğü:
“Kardaş sen hiç kalkma yat emi” diye buyururlar.
Yani böyle sende bir varlık oluşturan, başkalarına dua edip tevbeyi istiğfar yerine kendi amelin nedeniyle sırf başkalarının yapamadığı ameli yapmaktan keyf almaktansa hiç yapma daha iyi buyrulmaktadır. Benlikle yapılan ibadet yerilmiş, acziyetle, yoklukla yapılan ibadet övülmüştür.
Şükürde eylem gereklidir. Ancak eylem et kemiktir. Bu eylemin ruhu da olmalıdır. Eylemin ruhu da acziyettir, yokluktur. Ruhsuz bir şükür eksik kalmaktadır. Elbette kuru da olsa “elhamdulillah” zikri 30 hasene kazandırmaktadır. Bu zikir olur, şükür olmaz. Bu yüzden Hâcegân yolu şükrün fikri boyutu üzerinde ısrarla durur. Maiyet sırrı diye tanımlanan “Cenabı Hak ile birlikte yaşama sanatı” üzerinde durulur. Bu konuda insanı kamilin sohbeti, tavsiye edeceği zikri ve nefs terbiyesi için tavsiye edeceği reçeteleri uygular. Kendisini gerçekleştirmiş insanların “Allah” demesi, zikir; “elhamdulillah” demesi şükür olur. Zira teşekkür, tıpkı “tefekkür” gibi “tefa’ul” babından gelir. Hatırlanacağı üzere tefaul babının özelliği bu babtan türemiş kelimelerde iki kişi vardır. Birisi insan, diğeri Cenabı Hakkın bizatihi kendisidir. Bu babtan türeyen kelimelerde yapılan eylemin Cenabı Haktan tasdik görmesi durumu vardır. Şayet sizin aklınızdan ortaya koyduğunuz düşünce, kalp mekanında tenezzülen iskan buyuran Cenabı Haktan tasdik görmüş ise bu sefer sizin düşünceniz tefekküre dönüşür, tefekkür sonucu tasdik nedeniyle fikir olur, ağzınızdan, femi saadetinizden dışa çıkar. İnsanlığa ser levha olur, sizden çıkan bu fikirler. Niye? Cebab-ı Haktan tasdik gördü de ondan. Bunun için aklı selim olmak, kalbi selim olmak lazımdır. Kalp temiz olmalı ki oraya padişah gelsin.
Tıpki tefekkür bahsinde izah edildiği üzere “teşekkür” bahsi de aynıdır. Eylemin içinin halle doldurulup Cenabı Hakka arzı lazımdır. Temizlenmiş kalp ve selim olmuş fikriyat lazımdır. Hâcegân yolu, insanın kemalat yolculuğu, nefsin ıslahı ve kalbin temzilenmesi işi olunca bu sefer yapılan her amel, kat edilen her merhale, bir diğerinin altyapısını oluştur. Diğerini anlamayı ve layıkıyla yapma gayretine girilir. Aklı selim olmuş, kalbi selim olmuş kişinin anlayışı sahih olur. bu sefer tefekkür ufku açılır. Muhasebeye başlar, zikri bırakmaz. Geldiği aşamada Cenabı Hakla muhataplıkta şaşkınlık yaşar, verilen nimetler karşısında acziyeti yaşar, bu acziyet onu şükre götürür. Ne yapsa az gelir. Bu hal ile yaptığı her eylemi şükür olur. Hatta bu halde acziyetle “elhamdulillah” bile dese şükür olur. Bizim kuru, içi boş, dediğimiz “elhamdulillah” gibi olmaz. Bu sefer, bu hale sahip insanlar “şükreden kullarım azdır”[6] mertebesine yükselirler. Kemalat yolculuğunda bir merhale daha böylelikle katedilmiş olur. Ancak mesele tamamlanmış değildir. Sabrın altyapısı oluşur. Cenabı Hak bu sefer onu sabırla dener. Sabrı tecrübe eder. Taki “maiyet sırrı” na erişene kadar devam eder.
Cenâb-ı hak bizleri bu az kullar zümresine ilhak eylesin. Aklı selime, kalbi selime, anlayışı sahihe erdirsin. Verdiği nimetler karşısında layıkıyla şükreden kullarından eylesin. Hâcegânın bu kutlu yolunu rehberle birlikte adım adım yürümeyi ve başa çıkarmayı nasip eylesin.
Hâce-i Hâcegân [7]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Suyuti, Camiussağir, Hadis No: 1684.; İbni Ebî Şeybe, VI, 104; Ahmed, II, 310; Hâkim, 1,693; Heysemî, X, 87,
[2] Tirmizi, Nesai, İbni Mace, İbni Hibban
[3] Buhârî, Tefsîru sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81. Ayrıca bk. Buhârî, Teheccüd 6, Rikak 20; Müslim, Münâfikîn 79-80; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 17; İbni Mâce, İkâme 200.
[4] Hadisi şerif metni için bkz: Hâkim et-Tirmizi.
[5] Nahl, 18
[6] Sebe, 13
[7] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası