6. 2. ZİKİR EHLİ OLMAK (2. Bölüm)
c. Muhtelif Zikir Anlayışları
İnsanın iki cepheli varlık olduğu hususu hepimizin malumudur. İnsan, maddi bedeni yanında manevi yönü bulunan bir varlıktır. İhtiyaçları da bu sebeple iki cephelidir. Maddi bedeninin yeme içme ve uyku gibi ihtiyaçları olduğu gibi manevi yönünün de buna benzer ihtiyaçları vardır. İnsan, bedenine su vermese yaşamını devam ettirememektedir. Manevi yönü beslenmeyen insan da Kur’an ve hadisi şerifler nazarında ölü gibidir. Nitekim bir hadisi şerifte Peygamber Efendimiz ﷺ ; “Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler” buyurmaktadır[1]. İnsanın mana cephesinde yer alan latifelerin oluşturduğu parlamento kalptir. Manevi gıdaların gittiği yer de bu sebeple kalptir. Manevi rızıklar ibadetlerdir. Bedeni ihtiyaçlardan yeme içme nasıl ki çeşit çeşit ise manevi rızıklar da çeşit çeşittir. Bunlar namaz, oruç, zekât, hac vb ibadetlerdir.
Zikir, kelime anlamı olarak daha çok hatırlamak, anmak, unutmamak manalarında kullanılmıştır. Kimi yerlerde isim olarak Kur’anın kendisi, kimi yerlerde sıfat olarak Peygamber Efendimiz ﷺ, kimi yerlerde fiil olarak bir eylemi nitelese de genel olarak Cenâb-ı Hakkı hatırlama, onunla olan bağlantıyı kurma eylemleri olarak tanımlanmaktadır. Eylemlerde çeşitlilik olsa da meydana getirdiği netice veya sonuç düşünüldüğünde tüm kapılar aynı yere açılmaktadır. O da Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisidir. Onun hatırlanması, onun rızasıdır. Bu temel hedef göz ardı edildiğinde işte o zaman yanılmalar başlamaktadır.
Zikirle ilgili tartışmalara göz atıldığında uç noktalarda yer alan ama meseleyi anlamamızda yardımcı olacak sapık dört görüşe dikkati çekmekte yarar vardır. Birincisi; dille, belli adetlerde yapılan zikir dinde yoktur, bidattir, sonradan icat edilmiştir. İkincisi; bugün birçok tarikat ve tasavvufi ekollerde bulunan cehri zikir olarak adlandırılan sesli ve toplu zikirler bidattir. Sonradan uydurulmuştur. Üçüncüsü; Zikir kalp işidir. Allah’ı (cc) anmaktır. Bunun ille de bir şekle tabi olması zorunlu değildir. İnsan doğal olarak içinden geldiği gibi Allah’ı (cc) zikredebilir. Bu manada yer alan zikir namaz yerine de geçer, diğer ibadetler yerine de geçer. Dördüncüsü; belli ibadetlerden ve zikirlerden sonra insan Cenâb-ı Hakka vuslat eder, muhataplık seviyesi değişir. Bu aşamadan sonra kendisinden ibadet sakıt olur.
Mesele daha iyi anlaşılsın diye bu uç, fikirlere yer verme ihtiyacı hissettik. Ayrıca bu sapık görüşlerde geçen söylemlerle de sık sık karşılaşıldığı için bu konuları zikir bahsinde detaylı irdelemeyi uygun gördük. Şimdi bu dört sapık fikri tek tek inceleyecek olursak;
aa. Dille, Belli Adetlerde Yapılan Zikir Dinde Yoktur, Sonradan İcat Edilmiştir.
Bu görüş doğru değildir. Kur’an ve sünnette çok sarih şekilde dille adede riayetle zikir yapılmasının tavsiyeleri vardır. Dille adede riayet edilerek söylenen sözler zikrin yalnızca bir kısmıdır burasında hemfikiriz. Zira zikrin dille, bedenle ve kalple de (gizli) yapılabildiği kaynaklarda geçmektedir. Ancak zikirden kasıt Cenâb-ı Hakkın hatıra getirilmesi, onun unutulmaması ise onun en iyi telkini yine kendisinin temiz ismi şeriflerinin tekrarlanması ile olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Adede riayetle söylenen Allah’ın isim ve sıfatlarının tekrar edilmesi suretiyle yapılan zikirlere delil olarak Hz. Ali efendimizden rivayet edilen bir hadisi şerifi burada zikretmek istiyoruz. Ev işlerini yapmaktan elleri şişen Hazreti Fatıma annemiz hizmetçi bir köle istemek üzere Peygamber efendimizin huzuruna Ali efendimiz ile giderler. Hz. Fatıma validemiz utanır hizmetçi isteyemez. Bunun üzerine Ali Efendimizin devreye girerek peygamber efendimizden Fatıma validemizin durumunu aktararak bir hizmetçi köle almak istediğini iletir. Bunun üzerine Cenabı Peygamber ﷺ ; “Ey Fâtıma, Allah’tan kork! Allah’a olan farzlarını edâ et, âilenin işlerini kendin yap. Yatağına girince otuz üç kere sübhânallah, otuz üç kere elhamdülillâh, otuz dört kere Allahuekber de; Böylece hepsi yüz yapar. Bu zikir, senin için hizmetçiden daha hayırlıdır” buyurarak kendi işini kendi görmesinin daha faziletli olduğunu ifade ile hizmetçi yerine zikir yapmasını tavsiye etmişlerdir[2]. Burada çok açık ve sarih bir şekille dille adede bağlı zikrin peygamber efendimiz tarafından tarif edildiği görülmektedir.
bb. Cehri Zikir Bidattir Görüşü
Cehri zikrin Efendimiz ﷺ döneminde yapıldığının en açık delili şu hadisi şeriftir: “Biz Rasulullah’ın ﷺ huzurunda idik, O ﷺ:
“Aranızda hırıstiyan, yahudi ya da şeriatın esrarına vakıf olmayan yabancı birisi var mı?” deyince, biz de:
“Yoktur ey Allah’ın elçisi” dedik.
Bunun üzerine Peygamber ﷺ Efendimiz kapının kapatılmasını emretti ve:
“Ellerinizi kaldırın ve “Lâ ilahe illAllah” deyin” buyurdular. Bunun üzerine ellerimizi kaldırdık ve “Lâ ilâhe illAllah” dedik. Sonra Hz. Peygamber Efendimiz ﷺ :
“Allah’a hamdolsun. Ya Rabbi, Sen beni bu kelime ile gönderdin, Bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin” dedi. Sonra da şöyle buyurdu: “Sevinmez misiniz? Allah sizin hepinizi affetti” buyurdular[3].
Tasavvuf geleneğinde zikir, cehri ve hafi diye iki şekilde ifade edilmiştir. Gerçek âlim kâmil insan etrafında toplanmış hak topluluklarda İslam’ın temel prensiplerine harfiyen riayet yanında âlim ve kâmil insanın bizzat kendi üzerinde tecrübe ettiği kimi zikirlerle insanın kimi eksik yönleri tamamlanmaya çalışılmaktadır. Buna ister nefs terbiyesi diyelim ister kalp temizliği. Adına ne denirse densin belli usullerle yapılmaktadır. Seyru sulûk denilen bu kemâlât yolcuğunda insana şekil veren ibadetlerden birisi de zikirdir. Kimi hak dostları bu zikirleri dille açıkça söylenmesi yöntemini benimserken, kimi hak dostları gizliliğe riayet etmişler ve kalple Cenâb-ı Hakkı zikretmişlerdir. Tasavvuf camiası kendi içlerinde bu meseleyi iyi anladıkları için ihtilafa düşmemişler neticeye bakmışlardır. Neticede Cenâb-ı Hakla bir birliktelik arzulandığı için Allah lafzının içerden veya dışardan söylenmesi çeşitlilik ve bir zenginlik olarak değerlendirilmiştir. Ancak meseleyi şekilcilik penceresinden değerlendiren kimi çevreler ise başta da belirttiğimiz üzere “bu bidattir” eleştirisini acımasızca yapmaktadır. Kendilerine Peygamber Efendimiz ﷺ zamanından ne kadar delil getirilirse getirilsin ya o hadis zayıf diyerek hadisi şerifler inkâr edilmekte veya hadisin ravisi hakkında insanı şüpheye düşürecek iftiralar atarak hadisi şerifin uydurma olduğu iması yapılmaktadır. Bu sebeple delil tartışmasına girmeden şu tespitlerde bulunmak istiyoruz.
Kur’an ve Sünnette zikir bahsinde detaylıca ifade ettiğimiz tüm ayet ve hadisi şerifler birlikte değerlendirildiğinde zikir netice bir ibadettir. Tüm ibadetlerin ve eylemlerin neticesinde Cenâb-ı Hakkın zatı ile ilişki kurulmakta kulluk sevinci yaşanmakta ve Allah (cc) hatırlanmaktadır. Bu manada namaz da bir zikirdir. Oruçta bir zikirdir. Eylemler farklı olsa da neticede nihai hedef Allah’ı (cc) anmaktır. Yaratılmadan önce Allah (cc) ile yaşanan o deme ulaşılmak istenmektedir. Cehri zikir veya oturarak veya ayakta yapılan toplu zikir eylemlerinde Cenâb-ı Hakkın ismi şerifi söylenerek o dem yakalanmaya çalışılmaktadır. Bunu yapan kişiler haşa bu eylem, namaz oruç yerine geçti namazı kılmayalım demiyorlar. İslam’ın tüm kurallarına öncelikle riayet edip nafile ibadet olarak bu zikirleri yapmaktadırlar. Özde o dem yakalanıyorsa mesele yoktur. Ancak dille söylenmiş ama mesele kalbe inmemiş ve Cenâb-ı Hakkın anılması kastı gütmeyen söylemlerin elbette gerçek manada zikir olmayacağı açıktır.
Adına ne denilirse densin, meşru ve kastın Cenâb-ı Hakkın rızasına yönelik her türlü eylem ve işlem neticede zikirdir. Büyüklerimizin konuyla alakalı olarak naklettikleri bir olayda samimi bir kişinin Allah’a karşı sarf ettiği enterasan bir sözcükle nasıl vasılı ilallah olduğu anlatılmıştır. Olay birçoğumuzun bildiği ve büyüklerimizin üzerinde ısrarla durdukları bir olaydır. Önemli bir hakikate işaret ettiği için yeniden aktarma ihtiyacı duyduk.
Mevzu medrese talebelerinin ders gördüğü bir ortamda geçmektedir. Talebelere yemek yapan ilme ve âlime hürmetli, dinde samimi bir aşçı, kendisini Allah’a (cc) yaklaştıracak bir zikir talebini talebelere iletir. Bu arada aşçı talebelerin muzipliğine denk gelir ve muzip bir talebe aşçıya sen “basal basal” diye Allah’ı zikret sana çok kapılar açılacaktır der. Bunun üzerine aşçı boş zamanlarında “basal basal” diye sürekli Allah’ı zikre koyulur. Basal kelimesi Arapçada soğan manasına gelmektedir. Gel zaman git zaman bu aşçıda zikrin tesiriyle cezbe başlar. Kendisine gerçekten de Cenâb-ı Hakkın gizli hazineleri açılır. Kendisi veli bir zat olur. Talebelerin süreç içerisinde çözemedikleri birçok hakikatleri bu aşçıya sorarak ilimlerini artırdıkları rivayet edilir. Bu sebeple insanın vesile kıldığı araç gayri meşru değilse ve Cenâb-ı Hakkın rızasını talepte samimiyse o zaman mesele yoktur.
Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle “hüsnüniyet tenekeyi altına kalbeder”. Yani samimiyet tenekeyi altına çevirir. Şayet oturarak veya ayakta Allah’ı zikir eylemi boş iştir, bidattir görüşünde iseniz meseleye bir de bu cepheden bakmanızı tavsiye ederiz.
cc. Zikir Kalp Amelidir. Bir Şekle Tabi Değildir Görüşü
Bu görüşte de kısmi doğruluklar vardır. Zikirde illa bir şekil yoktur. Bu sebeple zikir hangi şekilde yapılırsa yapılsın yanlış değildir. Zira zikir şekle tabi değilse bir serbesti vardır. İstediğin gibi zikredebilirsin. Nitekim ayeti kerimede “onlar oturarak ayakta ve yatarak Allah’ı (cc) zikrederler” buyrulmaktadır[4]. Bu görüşü savunanların bir kısmı bu cümlelerden sonra genelde benim kalbim temiz, benim namaz, oruç gibi ibadetlere ihtiyacım yok. Namaz mademki bir zikir ben onu günde değil beş kere, beş yüz kere zikrediyorum gibi cümleleri akabinde sarf ettikleri görülmektedir. Bu görüşte olan kişilerin sözlerinde şuurlu oldukları ve belli bir maksatla söyledikleri açıktır. Saf ve samimi avamın bu sözleri sarf ettiği görülmemiştir. Bu görüş sahibi kişilerin dini tahkir ve tağyir amacı güttükleri anlaşılmaktadır.
dd. Zikirle Cenâb-ı Hakka Vasıl Olan Kişiden İbadet Sakıt Olur Görüşü
Bu görüşte olan kişilerin genelde bir tarikat veya tasavvufi yola girdikleri ancak eğitim ve öğrenimlerini tamamlayamadıkları görülmektedir. Eğitim ve öğrenim sırasında yaşadıkları birtakım hallere çeşitli anlamlar yükleyerek kendisini mehdi veya peygamber zanneden şeytanın ve nefsin oyuncağı olmuş kişilerdir. Kimilerinin de aklı gitmiş sürekli cezbe halinde olan kişiler de olabilmektedir. Her halükarda bu görüş İslam’ın özüne ve sözüne terstir. Peygamber Efendimizin ﷺ yaşantısı ortada iken, savaşta bile namazı ve dinin tüm emirlerini terk etmezken kendisinden tekliflerin düştüğünü iddia etmek gerçekten deliliktir ve bu kişiler akıl noksanı olduğundan gerçekten de din kendilerinden düşmüştür.
Hâcegânın büyüklerinden birisiyle yaşadığımız bir olaydan bahsetmeden geçemeyeceğim. Üsküdar’da bir zatı birlikte ziyarete gitmiştik. Kendisinin garip bir Allah dostu olduğu tavsiyesiyle ziyarete gidilmişti. Bu zatı ilk gördüğümde bende güzel intibalar bırakmıştı. Saçı sakalı yerindeydi. Bir terbiyeden geçtiği büyük insanları gördüğü belliydi. Sohbete başladı ama ne sohbet. Arştan kürsten Cenâb-ı Hakkın zatından vs. Biz eve girdiğimizde öğle ezanı okunmuştu. İkindi namazına yarım saat kala büyüğümüz araya girip öğle namazını kılmadıklarını ikaz ederek kendileri de kılmadı iseler birlikte kılmayı teklif ettiler. Zatı muhterem kendisinin de öğleyi kılmadığını ifade ederek sohbete devam etti. Son on beş dakika kaldı. Büyüğümüz yine namazı işaret etmek istedi. Bu sefer bu zat “insan Allah’ın huzurundayken başka bir işe bakar mı? Zaten Cenâb-ı Hakla beraberiz onun huzurundan çıkmak edepsizlik olmaz mı?” deyince büyüğümüz Hâcemiz; “Benim inandığım ilah bana namazı emrediyor. Senin ilahın ne diyor bilemem” şeklinde tepki göstererek hep birlikte bu zatın evinden çıkıp koşa koşa en yakın camide namazımızı kılmıştık. Hiç unutamadığım bu olay benim açımdan Hâcegân fikriyatının, kimi manevi hal zannedilen o vartalarına düşmeden, şeriatı mutahharaya ittibadaki titizlikte ne kadar sağlam temeller üzerine inşa edildiğinin de bir göstergesi olduğunun kanıtı olmuştur.
Cenabı Hak aklımızı ve kalbimizi sapık fikir ve düşüncelerden muhafaza eylesin. Bizi bize bırakmasın. Kendisini layık-ı veçhiyle zikredenlerden eylesin.
Hâce-i Hâcegân [5]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Buhârî, Deavât 67.
[2] Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb 9, Humus 6, Nafakaat 6, 7, Deavât 11; Müslim, 80, Hadis No: 2727.
[3] Hadis-i Müsned, IV, 124.
[4] Ali İmran, 191.
[5] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân Yolunun Hocası.