4. 2. TEFEKKÜR EHLİ OLMAK (2.Bölüm)
cc. Cenâb-ı Hakkın Zaatının Tefekkürü
Kur’anı Kerimdeki tefekkür ayetleri incelendiğinde evrenin yaratılışı, kâinatta oluşturulan sistem ve sistemin işleyiş mükemmelliğine vurgu ile Cenâb-ı Hakkın kudretine dikkat çekilerek eserden müessire gidiş formülü üzerinde durulmaktadır. Al-i İmran suresi 190. ayette; “Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün birbiri arkasına gelişinde aklı selim kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” Bir sonraki ayet; “Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (tefekkür ederler) derin derin düşünürler ve Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz(derler)” şeklindedir.
Hadisi şerifler incelendiğinde, tefekkür kavramının fazileti yanında tefekkür ameliyesinin de bir sınırının olduğu ve bu sınırların nerelere kadar uzandığı belirtilmektedir. Bu sınır Cenâb-ı Hakkın zatına kadardır. Zira efendimiz (sav) “Allah’ın yarattıkları hakkında düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin. Allah’ın zatı hakkında düşünmeye güç yetiremezsiniz[1]” buyurmuştur. Burada vurgulanmak istenen şey tefekkürle Hakkın zatının anlaşılamayacağı hususudur. Çünkü tefekkür de bir kuşatma ve hâkimiyet sağlama vardır. İnsan ne kadar tefekkür ederse etsin Cenâb-ı Hakkı kuşatamayacağına göre bu konuda düşünülmemesi gerektiğine işaret edilmiştir. Ancak bu demek değildir ki insan Cenâb-ı Hakkın zatının muhatabı olamaz.
İnsan, Cenâb-ı Hakkın hem zatının, hem de sıfatlarının muhatabıdır. İnsanı eşrefi mahlûk kılan da Hakkın bu sıfatlarına muhatap oluşudur. Öyleyse tefekkür ve zatı arasındaki ilişki nedir? Sorusu gündeme gelmektedir. Tefekkür, mademki yetmiş yıl ibadetten üstündür. Öyleyse zata mazhariyete bir anahtar ibadet varsa bu da tefekkürden başkası değildir.
dd. Tefekkürün Meyvesi Cenâb-ı Hakkın Zatına Muhabbettir.
Ayeti kerimelerde tefekkürün usulü anlatılmaktadır. İnsan önce kâinat kitabına bakmalı, gecenin ve gündüzün peşi sıra gelişini, dağların ve evrenin yaratılışını, her şeyin kendisinin emrine verilişini tefekkür etmelidir. Peki, tefekkürden sonra ne olmalı? Sonuçta Cenâb-ı Hakka karşı bir maiyet kesbî söz konusu olmalıdır. Bir yakınlık olmalı, bir muhabbet başlamalıdır. Her şeyi bizim için yaratan ve bizim emrimize veren varlığa karşı insan nasıl bir hal alır, bunun tarifi olmaz. İşte sıfatların tefekkürü sonucu insanda meydana gelen şey zaata karşı oluşan muhabbetten başka bir şey değildir. Zira kutsal emaneti yalnızca insan yüklenmiştir. Zata mazhariyet lutfu yalnızca insana verilmiştir. Bu emaneti misal âleminde taşıyacak başka bir canlı varlık yoktur. Ayeti kerimede de bu emanetin insan tarafından yüklendiği açıkça vurgulanmıştır.
İşte bu manevi emanete sahip eşref varlık olan insanı, Cenâb-ı Hakkın zatına kadar götüren tefekkür ameliyesinin neticesinde varılan son nokta, karşısındaki varlığın ne kadar yüce ve üstün, kendisinin de aslında ne kadar aciz olduğunun anlaşılmasıdır. Peygamber Efendimizin (sav) her hali ayrı bir kemâldir ancak Hâcegân ulularının biz insanlara örnek için izah buyurdukları bir hali özellikle dikkat çekicidir. Efendimizin (sav) tefekkürünün zirvede olduğu veya beşeriyetin kemâlâtının ulaşabileceği en üst nokta diye tarif edilen halin “Yarabbi benim seni layıkıyla bilmem mümkün değil, seni layıkıyla bilemedim yarabbi!” dediği an olduğu buyrulmuştur. Bu sebeple tefekkür, Hakkın sıfatlarından başlamalı ve meyvesi de Cenâb-ı Hakkın zatına muhabbeti doğurmalı ama bunun yanında azameti karşısında da acziyeti getirmelidir.
ee. İnsan Denen Eşrefü Mahlûkatın, Yine Bizatihi Kendisini Tefekkürü
Hâcegân büyükleri varlık âleminde üç kitaptan bahsederler. Bunlardan birincisi Kur’anı kerim kitabı, ikincisi kâinat kitabı, üçüncüsü insan kitabı olduğu buyrulmuştur. Kur’an üzerinde tefekkürün yapılması gerektiği yine Kur’anda belirtilmiştir. Kâinat kitabı üzerinde de tefekkür edilmesi gerektiği hem ayetlerde hem de hadisi şeriflerde bildirilmektedir. Ancak insan üzerinde yapılması gereken tefekkür biraz farklılık göstermektedir. İnsanın çamurdan nasıl yaratıldığı, sonraki merhalelerde neler olduğu hakkında ayetlerde detaylı izahlar bulunmaktadır. Ancak yine de mevzu bahis insan olunca durum özellik arz etmektedir. Ayeti kerimelere bakıldığında; “insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi oluşu” meselesi, yine insanlığa yol gösterici olarak “peygamberlerin gönderilişi”, “âlimlerin varlığı ve peygamberlere mirasçı oluşu”, “Allah’a itaat meselesi”, bu itaatin gerçekleşmesinde Peygambere (sav) itaatin rolü, “ulül emr” diye nitelendirilen kişilere itaat, salihlerle birlikte olmaya teşvik gibi hususlar birlikte değerlendirildiğinde insanın iki yönüne işaret edildiği görülmektedir. İnsan zahirde mahlûk bir varlıktır. Bu yönüyle Cenâb-ı Hakkın sıfatlarıyla bir paylaşımı vardır. Dolayısıyla bu sıfatların tefekkürü mümkündür. Ancak insan mana yönü olan Hakkın zatına mazhariyet kesbetme yönü olan bir varlık oluşu nedeniyle tefekkürü yasaklanan yönleri de bulunmaktadır. Belli noktalarda tefekkür değil, itaat, teslimiyet, arkadaşlık, dostluk, beraberlik söz konudur.
İnsan tefekkürde hem en iyi malzeme hem de kısıtlı bir alandır. Özellikle Cenâb-ı Hakka yakınlık kesbetmiş, onun yeryüzünde manevi temsilcisi olmuş kişilerle birliktelik tabiri caizse Hakkın zatına doğrudan yol bulunan bir alandır. Bu alanda insanın gözünü kapatıp düşünceye dalması yani tefekkürü gaflet bile olabilmektedir. Belki binlerce yıl tefekkürle elde edilen şeyle karşı karşıya kalınmaktadır. Nasıl ki bir saat tefekkür yetmiş yıl ibadetten üstünse, bir saat hak dostlarıyla birliktelik yetmiş yıl tefekkürden üstün olabilmektedir. Buradaki alış veriş başka bir şeydir. Cenâb-ı Hakkın kendisinden insana doğrudan gelen bağ vardır. Buralara hadisi şeriflerde belirtilen mukarreb meleklerin dahi girmesi mümkün değildir. Dolayısıyla insanın buraları algılama araçları farklıdır. Gönülden gönüle, kalpten kalbe diye tarif buyrulan bir halle karşı karşıyalık vardır.
Öyleyse insanın tefekkür edilebilen yönleri olduğu gibi, tefekkürle algılanması mümkün olmayan yönlerinin de olduğu unutulmamalıdır. Bu demek değildir ki sen Allah dostunu, peygamber varisini buldun aklını bir köşeye koy, tefekküre ve düşünceye hacet yok. Asıl Allah dostlarıyla beraberlik insanın kalbini ve aklını genişletir, kalp ve akıl genişledikçe düşünce ufkunun genişlemesi, fikrin Cenâb-ı Haktan karşılık bulması daha çok söz konusu olmaktadır. Yani Allah dostuyla beraberlik senin aklını fikrini açmıyorsa kusura bakma senin ki beraberlik değildir.
İnsanın tefekkürü ile varacağı yer aslında yine insanın kendisidir. Zira bütün varlık kendisine boyun eğdirilmiştir. Ayeti kerimede; “O göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından (bir lütuf olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır[2]” buyrulmaktadır. Hâcegân büyükleri insanın büyüklüğüne işaret için “kâinatta bir şey yok, ne varsa insan da var” buyurmaktadırlar. Sahabe efendilerimiz dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi, aşkı Efendimizde (sav) yaşamışlardır. Tefekkürleri, onları neticede Efendimize götürmüştür. Cenâb-ı Hakkın zatına muhabbeti Efendimizin şahsında yaşamışlardır. Peygamber Efendimiz bile arşa yükseldiğinde Cenâb-ı Hak ile görüştüğünde kendisine Ebubekir efendimizin sesiyle hitap edilmiştir. Bunların hepsi büyüklerimizin beyan buyurduğu insana işarettir.
Tefekkür, insana her aşamada lazımdır. İnsanı kâmil olunsa dahi Cenâb-ı Hakkı tanıyış ve anlayış nispetinde yakınlık derecesi olacağından insanlığın tekâmülünde ve Hakka yakınlığın ölçüsünde büyük rol yine tefekkür de olacaktır. Hâcegân pirleri “biz bulunduğumuz yerlere düşünce ile geldik. Zira düşünceden daha hızlı bir şey yoktur” buyurmuşlardır. Amelle, zikirle veya sair ibadetlerle değil de düşünceyle, düşüncenin Cenâb-ı Haktan karşılık bulmasıyla geldik buyurmuşlardır.
Bu sözün hafızalarımıza kazınmasına sebep hikayeyi anlatamadan geçemeyeceğiz. Hâcegân yolunun büyüklerinden üstadımız ile bir ramazan umresinde yaşadıklarımız, tefekkürün gücünü ve önemini ortaya koyar niteliktedir.
Hâcegân büyükleriyle bir umre ziyaretinde mescidi nebevide bir hak dostunun sofrasına iftara davet edilmiştik. Gidenlerimiz belki bilirler Türk asıllı olup Medine’de doktorluk yapan “Kocabaş” diye maruf bir zatın sofrasındaydık. Bu zatı muhterem bize Pakistan asıllı bir şeyhin geldiğini, Cenâb-ı Hakkı zikirle elde ettiği manevi hallerden ve bu halleri insanların irşadı için kullandığından bahsediyordu. Bizde meraklanmıştık. Hatta aleni insana teveccüh yaparak tasarrufta bulunduğunu söylüyordu. Tasavvufa yabancı olan kardeşlerimizin varlığını da düşünerek teveccüh, tasavvufta şeyhin Cenâb-ı Hakkın izniyle müridine dokunarak veya üfleyerek veya başka şekillerde yönelmek suretiyle müdahalede (müspet yönde) bulunması demektir. Bu zatı muhterem elini karşısındaki insanın kalbine koyup Cenâb-ı Hakkı zikre başlıyor, yaşadığı hali eliyle tabir caizse elektrik akımı gibi karşı tarafa veriyor, karşı taraf da bu elektrikten çarpılmış gibi etkilenip “Allah” diye cezbeye kapılıyordu. Bu kişiyle bizi tanıştırmak istiyordu sofra sahibi kocabaş lakaplı doktor olan zatı muhterem. Nihayet başka bir iftar gününde denk geldik. Bende Pakistan asıllı bu zatı görme şerefine nail oldum. Büyüğümüze teveccühte bulunmak istedi. Hâcegân büyüğümüz de müsaade etti, bu zat aynı usulle gözleri kapalı Cenâb-ı Hakka yönelerek zikir halinde Hâcemize yöneldi, teveccühte bulundu. Hâcemizde cezbe hali olmadı. Bu zatla muhabbetleşildi. Bu zatı kaldığımız otele davet ettik. Pakistanlı şeyh otele geldi. Hâcemiz, şeyh efendiyi odasına aldı. Odalarında özel görüşmeler oldu. Çok değişik haller oldu. Birkaç oda ötede olmamıza rağmen Pakistanlı şeyhin aşırı cezbeye düşerek Allah diye bağırma seslerini duyuyorduk. Biz meseleyi daha sonra Hâcemizin ağzından dinledik. Odada yaşananlar ve Hâcemizin tefekküre ilişkin sözü hayatımıza yön veren şiarlardan olmuştur.
Otel odasında Pakistanlı şeyh efendi tekrar teveccüh yapmak isterler. Ve yaparlar. Ancak yine Hâcemizde cezbe olmaz. Pakistanlı şeyh bu duruma şaşırır. Zira günde ikiyüz elli bin Allah zikri yapmaktadır. Bu zikrin tesiriyle taşa yönelinse taş dile gelmektedir. Bunun üzerine Hâcemiz bir de biz size teveccüh yapalım derler. Ve bu zata Hâcegân yolunun büyüklerinin usulünce üfleyerek teveccüh yaparlar. Bu zat teveccühün etkisiyle öyle bir cezbeye kapılır ki, bu cezbeye o otelde bulunan herkes şahit olmuştur.
Daha sonraki günlerde şeyh efendinin Hâcemize talebe olmak isteğiyle geldiğine şahit olduk. Ancak Cenâb-ı Hakkın cilvesi buraları biz bilemiyoruz, Hâcemiz bu zata başka şeyler tavsiye etti, o gün bugün bu zatla bir daha karşılaşmadık.
Bu olanları anlattıktan sonra Hâcemiz; “Biz bulunduğumuz yere çok zikir çok ibadetle gelmedik, düşüncemizle geldik, düşünceden daha hızlı başka bir şey yoktur” buyurdular. Burada düşünceden kasıt tefekkürdür. Hâcegân pirleri aldıkları emaneti tefekkür binitiyle daha da zirvelere taşımışlardır ve el an bu gün de taşınmaya devam edilmektedir.
Pakistanlı şeyh efendinin geldiği yere, günümüz insanlarının aynı usulle gelmesi nerdeyse olanaksızdır. Zira yemeden içemeden başka bir işle meşgul olmadan Hakkı sürekli zikretmek gerekecektir. Günde iki yüz elli bin adet zikir için bazen yirmi dört saat bile yetmeyecektir. Ancak kişi, tefekkürle, varılan bu noktadan daha ilerisine dahi gitme imkânına sahip olabilecektir.
Hâce-i Hâcegân [3]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] El-İsfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s.578.; Ebu-ş-Şeyh, İbni Ebi-d-Dünya.
[2] Casiye, 13.
[3] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası