3. 1. Anlayış-ı Sahih Olmak (1. Bölüm)
a. Terim Tanım
Zamanın insanının kemâlât yolculuğu için güncellenen Hâcegân yolunun 3. ilkesi “Anlayış-ı sahih olmak”tır. Yani sağlam, sahih, düzgün bir anlayışa sahip olmak gereklidir.
Anlayış; anlamak fiilinden türetilmiştir. Anlamak sözlükte; bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak; yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bir bilgi edinmek, birinin duygularını, isteklerini, düşüncelerini sezebilmek manalarına gelmektedir[1]. Genel olarak dışardan iletilen verileri insanın kendi algılama elemanlarıyla idrak etmesi olarak tanımlanmaktadır.
Arapçada anlamak kelimesi yerine fehmetmek, idrak etmek, akletmek gibi manalara gelen kelimelerin kullanıldığı görülmektedir.
b. Kur’an ve Sünnette Anlayış
Ayeti kerimelerde; “ancak bilenlerin anlayacağını [2]”, anlayışsızlıkları sebebiyle küfür içinde olanlar için de “onlar sağırdırlar, dilsizdirler kördürler, bu yüzden anlayamazlar [3]” şeklinde zikredilmiştir.
Kur’an’da eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan uzuvların kalp ve akıl olduğunu, bu uzuvlara aynı zamanda ilahi hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisinin de verildiği görülmektedir. Ayette geçen “Allah ayetlerini anlayasınız diye açıklamaktadır[4]” emri ilahisiyle bu hususa işaret edilmek istenmiştir.
Sünnete bakıldığında Kur’an’a paralel olarak anlama organlarının kalp ve akıl olduğunun teyidi ile ilahi emirleri anlamış kişilere hitaben aklını kullanan “akıllı” veya aklın kullanılması sonucu elde edilen yakınlık sebebiyle kazanılan sıfatlardan bahsedildiği görülmektedir[5]. Bir hadisi şerifte Cenâb-ı Peygamber (sav), “İnsanlar Allah’a anlayışları nispetinde yakınlaşırlar[6]” buyurmuştur. Hâcegân pirlerinin sıkça zikrettiği “seyri ilallah anlayış iledir” buyruğu da sanki hadisi şerifin açılımı mahiyetindedir.
c. Hâcegân Yolunda Anlayış-ı Sahih
Mükerrem olarak yaratılan insanın maddi veya manevi organları her zaman düzgün çalışmayabilir. Aradan hastalıklar gelir. Günahlar olur. Zira Cenabı Hak hiç günah işlemeyen bir topluluk olsaydınız sizi helak eder günah işleyen bir topluluk yaratırdım buyurmaktadır[7]. İnsanın aklı; aklı selime, kalbi; kalbi selime erişmiş olabilir. İnsanın mükerremliğine halel getirmeyen bu hatası ve günahı karşısında Cenabı Hakka karşı nasıl bir tavır içerisinde olması gerektiği, bir anlayışı gerektirmektedir. Bu anlayışın oluşumunda insanın önünde bir ölçünün varlığının gerekliliği izahtan varestedir. Bu ölçüye vurularak çizgi dışına çıkılıp çıkılmadığı anlaşılacak, çıkılmışsa tövbe ile çizgiye dönüş aksi halde şükür ile yola devam edilecektir. İşte insanın kemâlât yolculuğunda insana lazım olan üçüncü temel esas; “sağlam sahih bir anlayışa sahip olmak” olacaktır.
Anlayış-ı sahih olmak ilkesinin iki cephesi vardır. Birincisi; aklı selim ve kalbi selim sonucu oluşan temiz bir anlayış. İkincisi; bu temiz anlayışın “sahih” olması için tabir caiz ise “TSE” damgasına sahip olması için sahihliğinin, uygunluğunun denetiminin yapılmış olması şarttır. Bu denetimi kişinin kendisi yapamaz, yanılır ve insanları yanıltabilir. Düşünsenize “TSE” standartlarına uygun mamulün bu denetiminin de üreticiye ait olduğunu. Ne kadar anlamsız olur. Bu sebeple fikrin de, anlayışın da sahihlik denetimi ilgili uzman yerlere yaptırılmalıdır. Bu denetimden geçen anlayışa biz “anlayışı sahih” diyoruz. Bu sebeple bu yazı dizilerinde anlayış yerine daha çok sahip olunan anlayışın nasıl “sahih” hale getirileceği konusu üzerinde durmak istiyoruz.
Anlama ameliyesinin komutanı beyindir. İnsanın beş duyu organıyla algıladığı verileri, daha önce beyne depolanan bilgilerle kıyaslanmak suretiyle algılanan şeyin ne olduğuna beynin karar kılması işine biz “düşünce” diyoruz. Düşünce, beynin amelidir. Düşünce, kalbe düşünce orada Cenabı Hakla birliktelik yaşar. Mahiyet değişir ve kalbin ameli olarak bu sefer “fikir” ortaya çıkar. Bu işlemlerin tümüne “tefekkür” denir. Tefekkür sonucu insandan çıkan fikrin doğruluğunun da ikinci bir yöntemle tabiri caizse sağlamasının yapılması şarttır. Anlama; aklı selim ve kalbi selim ameli sonucu çıkan fikrin veya amelin şaşmaz bilginin kaynağı olan Kur’an ve sünnete vurulması sonucu oluşan teyite denilmektedir. Anlamada “hah” denilme hali olur. Her şey tam yerli yerine oturur. Ve bu oturmuşlukta aklın ve kalbin mutmainliği yetmez. Sahihliğinin de teyit edilmesi gereklidir. Burada rehber devreye girer. Bu teyidi sahabe, Peygamber efendimizle yaparken bu zamanda onun manevi mirasçıları vasıtasıyla yapılması sünnet olandır. Rehber dediğimiz, sahih mirasçı bulunmadığı yerde Kuran ve sünneti anlamış sair kişilerle de yapılabilir. Ancak anlayışın sahihliği, fikrin ve amelin çek edildiği kişinin sahihliği ile doğru orantılıdır. Siz doğrudan Allah ile onun peygamberi ile çek edebiliyorsanız ki bu mümkündür, sağlam üstün sahih anlayışa sahip olmuş olursunuz ki bu durum öyle lafla olacak şey değildir. Bu teyiti yapabilen zatlar genelde kendilerini gizlerler. Cenabı Hakkın izni ve lütfuyla tanınırlar. Şayet böyle bir özelliğiniz yoksa bu sefer aynı özellikleri en üstün taşıyan uzman rehberin onayı/icazeti alınarak anlayışınızı, sahih hale getirebilirsiniz. Bu yüzden anlayış yetmez, anlayışın sahihliği yani tashih ve tasdik edilmiş olması gereklidir.
Allah’u Teâla (cc) ayeti kerimede “ Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip, Eğer her şeyi bilen sadıklarsanız bana şunların adlarını söyleyin, haber verin[8]” emri ile Âdem’e (as) tüm eşyaların ismini öğrettiğini bizlere beyan buyurmaktadır. Öyleyse insan zahir dünyada eşyaya dair ne varsa bunu algılayabilir bunu kavrayabilir. Kur’an bunu alenen ifade etmektedir.
Hakikat pirleri, Hakkı ve ilahi mesajları anlamaya vesile araçlarından özellikle ikisi üzerinde çokça durmuşlardır. Bunlardan ilkinin kulakla “işitme” olduğu, bu nedenle Kur’anı kerimde “semi’na” “işittik” hitabının sıkça zikredildiği, ikincisinin gözle “görme” olduğu, ilmin okunarak tahsilinin de mümkün olduğu bildirilmiştir. Kişi bu iki uzuvla, gelen bilgiye hâkimiyet sağlamaya çalışır. Meseleyi kendisinde yer alan ölçülerle mukayese ederek kendisinde yer alan bilgi nispetinde meseleyi anlar buyrulmaktadır. Hiç renkleri bilmeyen bir insana kırmızı gösterilse ve hangi renk olduğu sorulsa elbette kırmızı rengin cevabı alınamayacaktır. Kişi algıları yoluyla gelen veriyi önceden kendisinde mevcut bilgiyle mukayese ederek anlayabilmektedir. Öyleyse anlayışta bilginin, ilmin rolü büyüktür.
Meseleyi toparlayacak olursak; anlayışta, 4 unsur vardır. Birincisi; dışarıdan duyu organlarımızla elde ettiğimiz verilerdir. İkinci unsur; bu verilen ilk toplandığı depolandığı yerdir ki bu da akıldır. Üçüncü unsur; elde ettiğimiz bu verilerin hiç şaşmayan doğru bir bilgiyle mukayese edilme işidir ki biz kendisine mukayese için başvurulan, şaşmayan kesin bilginin kaynağına “din” diyoruz. Zira Cenâb-ı Hak ayeti kerimede “ben sizin dininizi tamama erdirdim ve adını İslâm koydum[9]”buyurmaktadır. Din tamamlanmıştır. Dinin birinci veri kaynağı Kur’an’dır. “yaş ve kurunun, her şeyin içerisine yazıldığı[10]” kitap. Öyleyse din, manevi yolculuktaki anlayışta, ölçü alınması gereken önemli bir unsurdur. Anlamada dördüncü unsur ise kalpdir ki bu dış verilerin algılanması ve din dediğimiz şaşmaz verilerle mukayesenin yapılıp bir karara, bir hükme varılan, bu işlerin yapıldığı mekândır.
Başta zikrettiğimiz hadisi şerife dönecek olursak, “İnsanlar Allah’a anlayışları oranında yakınlaşırlar”. Demek ki dışardan gelen verileri akıl, kalp mekânında şaşmaz bilgiyle mukayesesini yapma, anlama işi her insan da farklılık arz edecektir. Eşya ile ilgili anlama ve kavramada tevhit varken yani herkes kırmızıyı aynı algılarken veya maddenin kimyasal bileşenlerinin hesabında atomların adedinde bir birlik varken, Hakkı kavrama ve anlamada insan adedince anlayışın ve kavrayışın olduğu görülmektedir. Bu anlayışların çeşitliğinde şaşmaz bilginin kaynağını en iyi anlayanın Hakka en yakın olacağı hadisi şerifte vurgulanmıştır. Hâcegân pirlerinin buyurduğu gibi “insanların nefesleri adedince Hakka yol vardır” yani her insan farklı bir anlayışla Hakka gidecektir. Buradan hareketle insan tabiaten başkasını taklit etmemeli kendi düşünce yolunu bulmalıdır.
Nasıl bir anlayış olmalı ki Allah’a (cc) yakınlık kazanılsın?
Hemen yuvarlak cevaplar verilebilir. Kur’ani bir anlayışla, Peygamberi bir anlayışla, Hakka yakın olunur diyebilirsiniz. Ancak mesele bu kadar kolay olmasa gerek diye düşünüyoruz.
Anlayış için öncelikle selim bir kalp gereklidir. Mutmain olmuş, temizliği yapılmış, yönü Cenâb-ı Hakkın iskân buyurduğu gönle çevrilmiş bir kalp. Mesele Hakka yakınlık kesbetmekse, bu yakınlık nerede aranmalıdır? Sorusuyla başlanmalıdır. Ardından nasıl aranmalı, ararken nelere dikkat edilmeli?
Hadisi şerifte de buyrulduğu üzere Allah (cc) tenezzülen iskân buyurduğu gönülde aranmalıdır. “Ara sende bul sende” buyurmuşlardır din büyüklerimiz. Gönle ulaşmanın yolu kalpten geçmektedir. Hâcegân uluları kalbin sol tarafında küçük manevi bir siyah noktadan bahsederler, tasavvuf kitaplarında “süveyda” denilen siyah noktadan gönle bir pencere açıldığı buyrulur. Önceden bu küçük siyah noktanın içerine mi Cenâb-ı Hak tenezzülen iskân buyurmuş sorusuyla muhatap kalınmamak için bu meselenin fazla açılması istenmemiştir. Ancak bugünün tekniğiyle mesele daha iyi anlaşılmaktadır. Bugün mikro cipler dediğimiz bilgi depoları geliştirilmiştir. Birçok cep telefonlarında minik bellek kartları vardır bilmem kaç telebayt, içerisine binlerce sayfa bilginin depolandığı bellek kartları. İşte insan, dışardan gelen verileri selim bir akılla, bu selim ve sükûnete ermiş, temizlenmiş (içerisinde tezkiye edilmiş nefsle) kalp ortamında, kaynağı Cenâb-ı Hakka kadar açılan süveyda mikro çipi yardımıyla şaşmaz doğru bilgi ölçüsüne vurarak bir değerlendirme yapmak suretiyle meseleyi anlamlandırmasına gerçek manada anlayış diyoruz. Burada önemli olan hastalıksız bir kalbin ve buna bağlı olarak hastalıksız aklın ve ıslah olmuş bir nefsin olması, sahih anlayışın olmazsa olmaz unsurlarıdır.
Meseleyi bir örnekle izah etmek gerekirse. Hastalıklı bir inek düşünelim. Bu ineğe ne kadar temiz yeşil ot veya yiyecek verilirse verilsin inek hastalıklı olunca sütü de hastalıklı olacaktır. Ancak inek sağlıklı ise ona yedirilen besinler sağlıklı süte çevrilecektir. Anlayış da örnekteki süt gibidir. Kişi nefsini ıslah etmemişse selim bir kalbe sahip değilse yani kişi hastalıklı ise ne kadar temiz ayet ve hadis okursa okusun, bilirse bilsin o kişiden çıkacak anlayış da hastalıklı olacaktır.
Bu yüzden anlayış önemlidir. Bu yüzden Allah’a seyir anlayış iledir. Kemâlât anlayışla oluşur. Şahı Nakşibend (ks) efendimiz anlayışın önemini vurgulamak için “bizim yolumuz anlayış iledir. Bilsem ki yanlış anlaşılmalar olmayacak bu yolda vird adına hiçbir şey koymazdım” buyurmuşlardır.
Sahih, sağlıklı bir anlayış için ne yapılmalı?
Sağlıklı bir anlayış için öncelikle insanın kalbini temizlemesi gereklidir. Önce temizlik, tasavvufta bu temizliğe “tezkiye” denilmektedir. Nasıl ki namaz kılmak için önce abdest alınması zorunlu ise sağlıklı anlayış için kalp temizliği zorunludur. Hâcegân pirleri aklın da nefsin de kalpte olduğunu buyururlar. Nefsin tezkiyesi/temizlenmesi işi de kalpte cereyan etmektedir. Bu sebeple nefsin tezkiyesi için yapılan zikirler kalp üzerinde yapılmaktadır.
Kalp temizliğinde kullanılan bilgi, zikir, hazreti Kur’andır. Ancak sadece Kur’an yeterli görülmemiş, bu mesajı yaşayarak örnek olan insan, sevgili Peygamberimiz (sav) bizlere canlı rehber olarak gönderilmiştir. Kişi isterse gücü yetiyorsa bizzat Cenâb-ı Hakkın kendisinden bu terbiyeyi alabilir, zira Peygamber Efendimiz “beni Rabbim terbiye etti”[11] mealindeki hadisi ile terbiyesini bizzat Allah’tan (cc) aldığını beyan buyurmuştur. Ashap bu terbiyeyi Efendimizden (sav) almışlardır. Peygamber Efendimizin velayet rehberliği, bugün de manevi mirasçıları olan âlim, kâmil insanlar vasıtasıyla devam ettirilmektedir. Kişi, kudreti yetiyorsa bu terbiyeyi bizzat Allah’ (cc) tan alır veya Efendimizden (sav) veya manevi mirasçısı kâmil bir insandan alır. Bizzat Allah’tan (cc) nefsin tezkiyesi yok denecek kadar azdır. Bu yüzden İslâm tarihimizde daha çok kâmil evliyaullah zatların yardımıyla nefslerini temizleyip sağlam ve sahih anlayışa sahip olmuş insanlardan çokça bahsedilmektedir.
Niyazi Mısri hazretleri bunlardan yalnızca birisidir. Niyazi Mısri hazretleri zamanın büyük âlimidir. Aynı dönemde yaşayan kalaycılıkla maişetini sağlayan Ümmü Sinan hazretlerine ibriğini kalaya gönderir. Ümmü Sinan hazretleri kendisine gelen ibriği inceler ve getiren kişiye der ki bu ibrikten Âlim kokusu gelmektedir. Bu ibrikten Niyazi Mısrinin kokusu gelmektedir der. İbriği getiren zat şaşırır. Akabinde Ümmü Sinan (ks);
Git Niyazi Mısriye sor. Kendisi gibi ibriğin dışını mı kalaylayalım yoksa bizim gibi içini mi? buyururlar.
Şaşkın vaziyette ibriği getiren zat hemen Niyazi Mısri hazretlerine dönerek olayı anlatır. Niyazi Mısri hazretleri ibriği alarak Ümmü Sinan hazretlerine bizzat gider ve hem içi kalaylansın hem de dışı kalaylansın diyerek Ümmü Sinan hazretlerine talebe olur. Tam dokuz yıl dergâha odun taşır. Dokuzuncu yılında bir gün odun yüküyle dergâha giderken nefs içerden Niyazi Mısri hazretlerini sıkıştırır.
Sen ki ey âlim Niyazi, senin hakkın bu mu, sen odun taşımak için mi bunca yıl okudun? Sen buna mı layıksın? Sen başka yerde olsaydın herkes sana hürmet ederdi. Diye vesvese verirken birden ormandan bir ayı çıkar ve Niyazi Mısri hazretlerine saldırır. Ne kadar uğraşmış ise de bir türlü kurtulamaz. Ayı her tarafını yaralar, kan revan içinde üstadı Ümmü Sinan hazretlerinden manen yardım ister, Ümmü Sinan hazretleri gelir ve ayı edep üzerine orayı terk eder. Ancak Niyazi Mısri hazretlerine söylediği söz manidardır.
“Seni yaralayan ayı senin içinden çıktı. Senin içinde bu ayılar olduğu müddetçe sen çok dayak yersin” buyurur. Rivayet edilir ki Niyazi Mısri hazretlerinin üzerindeki bu yaralar ömrünün sonuna kadar iyileşmez, hatta vefatında dahi cenazesi yıkanırken bu yaralardan irin aktığı görülmüştür.
Şimdi bir Niyazi Mısri hazretleri lafla kolayına yetişmemiştir. Bugün Niyazi Mısri hazretlerinin eserlerinde yatan anlayış büyüklüğünün altında rehberin yardımı ve yardım ışığında nefsle yapılan mücadele vardır. Bu temizlikte elbette can yakacak hadiseler olacaktır.
Sağlam ve sahih bir anlayış için sağlam ve selim bir kalp, selim bir akıl, selim aklın, selim kalbin suveyda kapısından girerek Hakka yakınlık kesbetmiş bir beden lazımdır. Böyle bir kimseye hazreti Kur’anın ifadesiyle “kâmil mümin” teslim olmuş muvahhid Müslüman denilmektedir. Böyle bir kişinin tüm azaları emniyettedir. Bu emniyet kendine olduğu kadar başka insanlarda ondan emindirler, ondan zarar görmemektedirler.
Hâce-i Hâcegân [12]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Türk Dil Kurumu, Türkçe sözlük.
[2] Ankebüt, 43.
[3] Bakara, 171.
[4] Bakara, 242.
[5] “Akıllı nefsini güden (tedip ve muhasebe eden) ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir” Ramüz El-Ehadis, c.1, s.229, No.7.
[6] Ramüz El-Ehadis, s.95., No.5.
[7] Müslim, Tevbe, 9-11.
[8] Bakara, 31.
[9] Maide, 3.
[10] En’am, 59.
[11] El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1/224-225; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 1/72.
[12] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.