HERDEM
Vakfımızın Danışma Kurulu Üyesi, ilahiyatçı, yazar, yüksek mühendis Yusuf MÜCAHİDOĞLU çok yakında yazılarıyla aramızda olacaktır.
Vakfımızın Danışma Kurulu Üyesi, ilahiyatçı, yazar, yüksek mühendis Yusuf MÜCAHİDOĞLU çok yakında yazılarıyla aramızda olacaktır.
بسم الله الرحمن الرحيم
Ayetler:
(Bakara suresi 186)
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادٖي عَنّٖي فَاِنّٖي قَرٖيبٌؕ اُجٖيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَجٖيبُوا لٖي وَلْيُؤْمِنُوا بٖي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ ﴿١٨٦﴾
﴾186﴿ “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm. Şu halde benim davetime gelsinler ve bana iman etsinler ki doğru yolu bulabilsinler.” (Meal (Kur’an Yolu)
***
Hadisler:
“Herhangi bir kimse Allah’a dua ederse, günah için veya akraba ile münasebeti kesmek için dua etmedikçe Allah ona dilediğini verir veya onun (dilediği) kadar bir kötülüğü ondan önler.” (Tirmizî, Daavât)
Esselamu aleyküm!
“Dua edin, icabet edeyim!” buyuran Rabbimize, şu sıkıntılı günlerde ümmetce dua ediyoruz:
Günümüz hayırlı, kazancımız bereketli, vücudumuz sıhhatli, amellerimiz salih, dualarımız kabul olunan dualardan olsun! Allah’ım Filistin ve Gazzeyi, Azze ve Celle ismiyle hıfzueman eylesin. Niyazımızı, meleküt aleminin amin sedalarına denk getirsin.
Âmin âmin, Ya Rahmân, Ya Rahiym, ya Muîn! Allahumme amin.
aa. Nefsin Muhasebesi
Nefs ve onun muhasebesi işlemleri, aslında dinin özü, insanın ve insanlığın sırrıdır. Birçok dini hakikat bu temel kavram etrafında oluşturulmuştur. Hakkı tanıyış, nefsi tanıyıştan geçmektedir. Nefsin lehine ve aleyhine olan durumların bilinmesi fıkıh, onun güzelleştirilmesi ahlak, onun Hakka yönelik fiilleri ibadet, dine mugayir hareketleri günah olarak adlandırılmıştır. İslâm dini insan üzerine kurulmuş ise insan denen varlığın şifresi de insan nefsi üzerine konmuştur.
İmam-ı a’zam efendimizin fıkıh tarifine baktığımızda “fıkıh; nefsin leh ve aleyhine olan hususların bilinmesi”[1] şeklinde olduğu görülmektedir.
Kur’anı kerimde nefsle ilgili Şems suresi 8. ayette; فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا” – Ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti”; yine Fussilet suresi 53.ayette; “İnsanlara, afakta (dış dünyada, kainatta) ve kendi nefslerinde âyetlerimizi göstereceğiz” buyurulmaktadır. Hadisi şerifte Cenâb-ı Peygamber ﷺ; “Nefsini bilen rabbini bilir” [2] fermanı ilahisi ile nefsin önemine işaret etmektedir.
Nefs kelimesi nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, insanı insan yapan olmazsa olmaz olan en önemli öğelerden biridir. Cenâb-ı Hakkın, nefsi bizzat dizayn ettiği yine Şems suresi 7. ayette bildirilmektedir. “Nefse ve onu dizayn edene (sevva edene) andolsun”– وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا”. Böylesine muazzam bir varlığın hesabını kitabını bizim yapmamız istenmektedir. Elimizdeki mevcut malzemelere baktığımızda, Cenâb-ı Hakkın insana beklide en büyük lütuflarından biri olan ruhu, insanı Cenâb-ı Hakla muhatap olma özelliğini verdiği aklı, insan için bu dünyada Hak adına ne yapması ve nasıl yaşaması gerektiğini bildiren ilahi kitabı, Kur’an-ı kerim bulunmaktadır. Öyleyse muhasebe araçları; Cenâb-ı Hak tarafından dizayn edilmiş nefs, Cenâb-ı Hak tarafından verilmiş ruh, Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmış akıl, Cenâb-ı Hak tarafından verilmiş kitap (Kur’an)tır.
İnsan, bu muhasebe araçlarını düşündüğünde kendisinin nerede olduğunu sormadan edemiyor. Her şeyimiz O’ndan (cc), ondan ayrı, onsuz olan bir şey yok ki, insan neyin muhasebesini nasıl tutacak. Muazzam olarak dizayn ettiği ve kendisine fucuru ilham ettiği nefsi, hangi insani güç durdurabilir ki. Hâcegân büyüklerinden Bayezıd-ı Bestami (ks) hazretlerinin “beni Allah’tan kurtaracak kimse yok mu? Diye bağırdıkları rivayet edilmektedir. Bu sırra mazhar insanı kâmiller her anda Cenâb-ı Hakkın varlığını müşahede etmişler ve bir an dahi olsun ondan gayri bir halleri olmamıştır. Nefsin hilelerinde onu veren gücü düşünerek yine ona sığınarak korunmaya çalışmışlardır. Yer gelmiş mağlup olmuşlar ama ardından hemen tevbe etmişler, yer gelmiş galip olmuşlar ama ardından hemen şükrünü eda etmişlerdir. İnsan her halükarda kazanmıştır. Günah işlemiş ise Cenâb-ı Hakkın bu sırrına mazhariyeti ile tevbe ettiğinde tüm günahlar sevaba tebdil olmuştur.
Burada anlatmak istediğimiz husus şudur. Muhteremler, Cenâb-ı Hakkı yalnızca camilere hapsetmek, yalnızca sevaplarda aramak veya ötelerin ötesinde aramak bu dini mübini anlamamaktır. Mezhep imamımız imam-ı a’zam fıkhı tarifte nefsin lehine ve aleyhine olan hususların bilinmesi olarak tarif buyururken, aleyhe olan hususların bilinmesi konusuna ayrıca işaret etmiştir. Aleyhe olan husus kimi zaman soyut okuma ile öğrenilirken kimi zaman yaşanarak öğrenilir. Öyleyse kişi her hal ve kârda, gönül yârda, akıl başta ise Cenâb-ı Hakkın varlığından bi haber geçecek bir saniye dahi zamanı yoktur. Kişi her an onunla hem dem olabilme kudretine sahiptir. Bunu başarmış en güzel model Cenâb-ı Peygamber ﷺ efendimizdir.
Öyleyse muhasebe; aklın, dinin kurallarını algılayarak, nefsin bu kurallara uygun hareketini kontrol etme işlemi olarak tanımlanabilir. Tasavvufi manada muhasebe insanın tüm azalarının görevlerini yaparken Cenâb-ı Hakkın her hal ve kârda tüm eylem ve işlemlerde varlığının müşahade edilmesi halinde olunup olunmadığının tespiti işlemleridir. Bu aşamada nefs de Cenâb-ı Hakkın emri ilahisi ile görevini yerine getirecek, akılda Cenâb-ı Hakkın kendisine yüklediği görevi ifa edecek, yapılması gerekenler yapılacak, Cenâb-ı Haktan yardım istenecektir. Netice fiil nasıl olursa olsun insan meseleyi lehine döndürmeyi bilmelidir. Olumsuz fiilde tevbe etmeli, olumlu fiilde şükür etmelidir. İşte muhasebe, olumlu veya olumsuz fiillerin tespiti işlemi değil de neticede kişi meseleyi lehine döndürebilmiş mi veya döndürememiş mi? Bu ameliyeye tasavvufta muhasebe denilmektedir.
Bu anlattığımız çerçevede Cenâb-ı Hakkın insanın her azasında mevcudiyeti ve insanla birlikteliği düşünüldüğünde ve bu maiyet sırrına eriştiğinde insan artık O’ndan (cc) gafil bir ânım var mı, diye sormaz. İşte insanın gafletinin varlığı ve çokluğu ile muhasebe işlemlerinin çokluğu doğru orantılıdır. Kişinin Allah’tan gafleti artıkça muhasebeye olan ihtiyacı da artar. Acaba ne durumdayım, kendimi bir hesaba çekeyim der. Efendimiz ﷺ günün dörtte birini muhasebe işlemlerine ayırmamızı emretmektedir[2]. O zamanın insanı için buyurduğu muhasebe altı saat iken bugün Hâcegân büyükleri yirmi dört saat muhasebe azdır buyurmaktadır. Yani yirmi dört saat Allah ile bağlantını kontrol etsen yine de yetmez denilmektedir. Zira zamanın insanının hastalıkları “gaflet” gibi bir şekilde çözülebilir hastalıklardan değildir.
Bediüzzaman hazretlerinin buyurduğu gibi zaman iman kurtarma zamanıdır. İnsanların dine ve İslâma bakışı ortadadır. İnsan inanmadığı veya inandığını zannettiği hangi ilkelere bakıp da hangi yanlışlarını düzeltme gayretine girecek. Muhasebe yapabilmek için doğrunun bilinmesi gerekmektedir. Doğru baz alınarak kişi nerede olduğunu, fiilinin ne manaya geldiğini anlayabilecektir. Bu boyuttan bakıldığında bizim tasavvufi manada bahsettiğimiz her anın Cenâb-ı Hakla birlikteliğinin kontrolü çok lüks kalmaktadır. İnsanlık kuru ekmeğe muhtaç iken bizim bal baklavadan bahsetmemiz ne kadar anlamlı olacaktır. Öyleyse muhasebe kavramına değişik işlevlerin yüklenmesi gerekmektedir.
Kişi kendi muhasebesi yanında, en yakınından başlamak suretiyle sorumlu olduğu veya sorumluluk hissi duyduğu tüm hususların muhasebesini yapmalıdır. Zamanın ihtiyaçlarına göre doğru ve şaşmaz kuralları tâlimle dinimizin emirlerini doğru anlayarak, neleri doğru yaptığını veya neleri doğru yapmadığını tespit ederek bugünkü insanları Cenâb-ı Hakka, Cenâb-ı Hakkı bugünkü insanlara sevdirme gayretine girmelidir. Aklını ve fikrini “ben bu ameliyenin neresindeyim?” Sorusuna yormalı ve bu minval üzere cevap aramalıdır. Bu cevap arama işine de Muhasebe denilmelidir.
Birey kendi muhasebesini yaparken aynı zamanda bir diğer kardeşini de yaptığı işin doğruluğu konusunda, sağlama yapmada aktif olarak kullanmalıdır. Bu durum kardeşlik şuurunun artmasına vesile olurken, kişi kendi nefsinin oyunlarından da emin olur. Ortak bir akıl oluşur. Ortak bir velayet oluşur.
Gavs Abdulhakim hazretlerinin Şahı Hazne hazretleriyle yaşadığı bir olay ibret vericidir. Bir gün Şahı Hazne hazretleri talebesi Gavs hazretlerini alır ve kıra çıkarlar, tenhada Şahı Hazne hazretleri Gavs hazretlerine; sana bir soru soracağım ama bana doğru söyleyeceksin derler. Şu etraftaki tüm canlı ve bitkiler şahit olsun ki bana doruyu söyleyeceksin buyururlar. Gavs hazretleri merakla ne soracaklarını anlamaya çalışırken bir yandan da kendilerinden geçerler, etraftaki canlıların ve bitkilerin şahit olacağı şey neydi ki diye. Ardından Şahı Hazne hazretleri, bunca yıldır talebemsin, bende bunca yıldır İslâma mugayir bir hareket gördün mü, diye sorar. Gavs Hazretleri biraz rahatlar ve cevaben; değil İslâma mugayir bir fiil, azimet olmayan bir harekete dahi şahit olmadım efendim derler.
Şahı Hazne gibi büyük bir Allah dostu, zamanın gavsı olacak bir zata kendisini soruyor. Burada çok değişik durumlar var ama biz meseleyi muhasebe açısından ve ortak velayet açısından değerlendirmek istiyoruz. Şahı Hazne hazretleri kendisinin muhasebesini kendisi yapmış olmasına rağmen bir diğer kardeşine hem de talebesi hükmünde bir kişiye kendisini kontrol ettiriyor. Kendi denetimini başkasına yaptırma ihtiyacı duyuyor. Büyüklük burada sevgili arkadaşlar. Şimdi hangi grubun lideri, kendisi hakkında söz söyletiyor. Bu yüzden bugün dinin ve İslâmın anlaşılması ve yaşanması konusunda ciddi sıkıntılar çekilmektedir. Bireysel velayet iddiaları etrafında toplanmış bölünmüşlük. Bu durum Cenâb-ı Hakkın hoşuna gitmediği için bugün insanlığa umut olacak çığır açacak bir hareket oluşamamaktadır.
bb. Cemaat veya Toplulukların Muhasebesi
Tasavvuf genel olarak şahsın velayeti etrafında toplanmaktadır. Zamanın, insanı kâmilinin yaşadığı hale ve etrafındaki kişilerin o halle hem dem olmasına tasavvuf denilmektedir. Zahirde böyle olmasına rağmen Hâcegân pirleri, kendi velayetleri yanında insanları doğru yola çağıran hak bir topluluğun oluşumuna da ayrıca önem vermişlerdir. Cenâb-ı Hakkın huzuruna yalnız çıkmak yerine yanında getirdiği arkadaşlarıyla birlikte huzura çıkmayı önemsemişlerdir. Bir kişinin velayeti üzerine kurulu tasavvuf ve tarikatlar gün be gün eriyip gitmektedirler. Grubun velayeti üzerine, ortak bir aklın oluşturulduğu, istişareye dayalı topluluk ve cemaatlerin insanlığın umudu haline geldiği ve Cenâb-ı Hakkın bu cemaatler üzerinde bir yardımı olduğu görülmektedir. Dikkat edilirse modern dünya bile bugün kişilerin hâkimiyeti yerine toplulukların hâkimiyeti sistemine geçmiş bulunmaktadır. Krallıklar, toteriter sistemler bir bir yıkılmış yerini istişareye ve çok insanın yer aldığı, seçimlerin olduğu sistemlere geçilmiştir. Buradan Gavs Abdulhakim hazretlerinin (ks) buyurduğu şu husus anlaşılmalıdır. Şeyhlik kapısını kapatın dostluk kapısını, arkadaşlık, birlikte yaşama, beraber iş yapma ve karar alma kapısını açın.
Bireysel muhasebeler yanında grupların cemaatlerin veya toplulukların kendi muhasebelerine de ayrıca önem verilmelidir. Bugün hukuken oluşturulan şirketlerde bile yönetim kurulu varken, bu kurul dışında oluşturulan denetim kurulları da vardır. Bu insanlığın yıllardır yaşadığı tecrübelerin ve aklın vardığı son noktadır. Bugün hangi cemaatin bu tarz eksikliklerini dile getiren, bir öz eleştiri yapan insanları veya kurulları vardır. Bu yüzden grup veya cemaatler kısır döngü içerisinde bir veya birkaç kişi etrafında dönüp durmakta, kendisini yenileyememektedir. Nasıl ki bir insan kendi denetiminin sağlaması için başka bir insana ihtiyaç duyuyorsa, bugün bir cemaat, kendi muhasebesi için niçin kardeş bir cemaatin tavsiye ve telkinine ihtiyaç duymuyor. Lafa geldi mi kardeşlikle ilgili ayet ve hadisler havada uçuşurken yapılan bir yanlış dile getirildiğinde nerdeyse dile getiren, küfürle samimiyetsizlikle itham edilmektedir. Bugün bu bölünmüşlük Cenâb-ı Hakkın hoşuna gitmemektedir. Bireysellik yerine grupsal birliktelik daha rahmeti celbetmektedir. Hadisi şerifte Peygamber Efendimizin ﷺ buyurduğu gibi bugün cemaatler mesailerinin en az dörtte birini bu muhasebe işleriyle meşgul etmelidirler. Bu muhasebeyi yapacak kişilerinde yönetimi oluşturan kurulların dışından olması aklın, dinin ve vicdanın vardığı son noktadır. Kişinin kendi kendisini denetlemesi ne kadar mantıklı ve kişiyi ileri götürücüdür. Bu sebeple cemaatlerin yönetim kurulları dışında diğer kişilerin dile getirdikleri hususlar asla ve asla göz ardı edilmemelidir.
Hâcegânın kadim fikriyatı üzerine kurulu olan Hâcegân Vakfı; bireysel velayet yanında kendisine teknik konularda danışmanlık yapacak üniversite hocalarından ve teknik kişilerden oluşan 5 kişilik “Danışma Kurulu” [3] nun yanında, 16 kişilik “Âlimler ve Âkiller Kurulu” [4] nu oluşturmuştur. Bu kurulda; üniversite hocalarından, sivil toplum kuruluşları ile sivil toplumun kanaat önderlerine, âlimler başta olmak üzere işçisinden, sanatkârına, memurundan iş adamına ve yüksek bürokratına kadar toplumun âlimleri ve âkilleri yer almaktadır. Hâcegân-ı Âli Meclis de denilen bu heyet; milletin ve memleketin sorunları başta olmak üzere bütün insanlığı ilgilendiren sorunlar ve çözümleri konusunda başvurulan aksakallılar meclisidir. Özellikle hassas konularda, doğru istikamet üzere hareket edilmesi için kendisine müracaat edilen heyettir.
Muhasebe kavramı içerisinde bugün eleştiri diye adlandırdığımız bir terimde yer almaktadır. Kişi öz eleştirisini yapmakla birlikte diğer insanların kendisi hakkındaki eleştirilerini de dikkate almalıdır. Cemaat bazında, cemaatin önde gelenlerinin yaptıkları muhasebe yanında, bu kişilerin dışındakilerin yaptığı muhasebe ve eleştiriler bir o kadar önemlidir. Bu zamanda bu tarz yapılan muhasebe, Hakkın rahmetini en çok celbe vesile ibadet olmasına rağmen kişiler veya topluluklar tarafından en çok gözden kaçırılan önemli hususlardan belki de en önemlisidir.
Netice olarak; çok zikir, çok fikir, çok ibadet ama ille de muhasebe, muhasebe…
Hâce-i Hâcegân [5]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Aliyyu’l-Kâri, Şerh-u Fıkhi’l-ekber, s. 49.
[2] Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 262, no: 2532.; Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, c. 1, s. 152.; İmam Mâverdî, Edebü’d-Dünya ve’d-Din.; Ebû Talib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, c. 2, S. 68-80.
[2] Peygamber Efendimiz ﷺ bir hadisi şeriflerinde; “Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde, yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü Teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir sanatta veya ticârette çalışıp, helâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirâhat eder ve mubâh olan şeylerle kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez”. Hadis metni için bkz: İmamı Gazâli, Kıyamet ve Ahiret s.64.
[3] Danışma Kurulu için bkz: https://haceganvakfi.org/danisma-kurulu/
[4] Âlimler ve Âkiller Kurulu için bkz: https://haceganvakfi.org/alimler-ve-akiller-kurulu/.
[5] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun. Salât ve selam Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ‘in ailesinin ve bütün ashâb’ının üzerine olsun..
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَافينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
Değerli Kardeşlerim;
(07-17 Aralık Hz. Mevlana Haftası); Hz. Mevlana’nın 750.Vuslat Yıldönümü vesilesiyle bu gün hoşgörü konusunu ele alacağız;
Bir gün Allah Resulü ashabıyla mescitte otururken bir bedevi geliverir. İki rekat namaz kılar, Allah’ım bana ve Muhammed’e merhamet eyle, bizden başkasına merhamet etme diye dua eder, Efendimiz bunu duyunca ‘sen geniş alanını (merhameti) daralttın’ diye buyurur, sonra bedevi kalkar mescidin duvarını bevletmeye başlar, ashap bunu görünce hemen hiddetlenir, bedevinin üzerine yürürler, bunun üzerine Efendimiz; bir kova su getirip dökmelerini emreder. Sonra ‘siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz zorlaştırıcı değil’ buyurur.
Kardeşlerim; Hoşgörü- Müsamaha; Hoş görme, kolaylık gösterme, iyi karşılama, ayıplamama, hatayı görmezden gelme, kırıcı ve aşağılayıcı olmama, affedici olma, kendi anlayışımıza karşı olan görüşleri sabırla karşılama, demektir.
Hoşgörü ne katlanma, tahammül etme gibi samimiyetsiz bir tavır, ne de görmezlikten gelme, aldırış etmeme gibi, sorumsuzca bir tutumdur.
Kuran’da doğrudan hoşgörü ya da müsamaha anlamına gelen bir kelime bulunmamakla birlikte onlarla yakın anlam ifade eden “safh” sözcüğü yer almaktadır. Safh; bir kimseyi, suçu günahı ya da kabahati nedeniyle kınamayı azarlamayı ona hakaret ya da serzenişte bulunmayı, hatasını yüzüne vurmayı terk etmek demektir. O yüzden bu kelime dilimize hoşgörü olarak tercüme edilmiştir.
فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ
“Allah hükmünü ortaya koyuncaya kadar siz affedin ve hoşgörülü olun”. (Bakara 109)
Kardeşlerim;
İnsanlar farklı inanç, düşünce ve davranışlara sahiptirler bu sebeplerle birbirlerinin düşünce ve tutumlarına insanlar hoşgörüyle yaklaşmalıdırlar. Benim gibi olmayan ya da düşünmeyen, ya benim gibi olsun ya da yok olsun, anlayışı İslam’a tersttir. Hoşgörü Resulullah’ın hayatında son derece önemli bir ilke olup, davranışlarının özüdür. Allah Resulü İslam’ı yaymadaki başarısını, öncelikle hoşgörü ve müsamaha ile elde etmiştir, zira Kur’an’da Rabbimiz;
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ
“Allahın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın eğer kaba katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi” (Ali imran 159) buyurmuştur.
Hazreti Ayşe’ye, Sevgili peygamberimizin ahlakı sorulunca şöyle demiştir. O kaba ve çirkin söz ve davranışlarda bulunmaz, çarşı pazarda insanlarla uluorta münakaşaya girmez, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bilakis bağışlayıcı ve hoşgörülü davranırdı.
Enes Bn. Malik anlatıyor: Bir bedevi Hazreti Peygambere gelerek kaftanı şiddetle çekmiş ve kendisini bir şeyler vermesi istemişti. Resulullah canını acıtmasına rağmen, bedevinin bu kaba davranışına olumsuz bir tepki göstermemiş, hatta ona şefkatle bakıp gülümsedikten sonra, kendisine bir miktar mal vermesi emretmiştir, (Buhari libas 18)
Değerli Kardeşlerim;
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَافينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
Rabbimiz, “Onlar (takva sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini iyi yapanları sever.“( Ali imran 134) buyurmaktadır.
Yunus’un; ‘Yaradılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü’ prensibi herkesin kulağına küpe olsun. Hoşgörünün altında yatan şey sevgidir, yaratılan her şeyi sevmek gerekiyor. Kusursuz insan bulunmaz, o zaman insanları kusurlarıyla seveceğiz, insanlara kusurlarını hatalarını arama çabasıyla bakmayacağız, insanı sevmek demek kusurlarını sevmek demek değildir, insanca sıfatlarını sevmektir.
Mevlana’nın dediği gibi “ben insanların ayıplarını gören gözlerimi kör ettim” alemin kusurlarına dört gözle bakıp, kendi kusurlarımıza da kör gözle bakmayacağız, biz de görmeyeceğiz ve insanlara hoşgörülü davranacağız.
Evinizde- eşimize çocuğumuza-aile efradına..
İşimizde-çalıştığımız çevreye.
Trafikte -insanlara karşı hoşgörülü olacağız.
Zira hoşgörü önemlidir, gereklidir, az bulunur, çabuk tüketilir, yorucudur, fakat mükemmel bir erdemdir
Hoşgörü, haksızlık karşısında susmak değildir, hoşgörü kendini bilmektir, hoşgörü bir anlayıştır, anlayışlı olmanın adıdır, hataları düzeltebilmektir, neme lazımcılık değildir, vurdumduymazlık hiç değildir.
Hoşgörü; Hazreti Mevlânâların Hacı Bektaş Velilerin, Yunus Emrelerin özelliği ve metodudur.
Daha doğrusu peygamber Hazreti Muhammed’in (sav) prensibidir.
O ki (sav) Hazreti Hamza’yı öldüren, sonra ciğerini çıkarıp dişi ile çiğneyen sonrasında da Müslüman olan Vahşi’yi bile affeden bir peygamber, O ki, (sav) yıllar boyu kendisine ve Müslümanlara eziyet ve işkence eden, Mekke’nin fethinden sonra o müşrikleri affeden ve onlara hoşgörüyle yaklaşan bir peygamberdir.
Taif dönüşünde perişan bir vaziyette bir bağa sığınan ve kendisine eziyet eden düşmanlara bile beddua etmeyen bir peygamber,
Efendimizin bu hoşgörü prensibi karşısında ümmeti Muhammet olduğumuzu iddia eden biz müslümanların durumu ise içler acısıdır, bırakın insanlarla, akrabalarımızla hatta kardeşlerimizle bile bizlere haksızlık etti yamuk yaptı gerekçesiyle yıllarca küs kalıyoruz ve onlarla konuşmuyoruz.
Değerli kardeşlerim,
Yumuşak huyluluk güzel ahlakın ve hoşgörünün belirtisidir, insanlar arasındaki ki nefret, yumuşak huylulukla giderilebilir, zira efendimiz cana yakın yumuşak huylu ve kolay geçinilen kimselerin cehennem ateşinden uzak olacağını, yumuşak huydan mahrum kimsenin ise hayırdan da mahrum kalacağını bildirmiştir, Yine;
Efendimiz (sav):
المؤمن يألف ويألف ولا خير من لا يألف ويألف
‘Müslüman başkalarıyla hoş geçinen ve kendisi ile hoş geçinen insandır, geçimsiz insanda hayır yoktur’ buyurmaktadır.
İslam ahlakında önemli bir unsur olan hoşgörü, sonsuz olmayıp, onun da belli sınırları vardır. Bu nedenle mutlak manada hoşgörü yoktur. Hoşgörülü olmak her şeyi hoşgörmek demek değildir. Nitekim Efendimiz (sav), Allah’ın yasakladığı bir fiilin işlenmesine, insanların İslam’dan uzaklaştırılmasına, aile mahremiyetinin ihlal edilmesine, haksızlığa, zulme ve iftiraya hiçbir zaman müsamaha göstermemiştir.
Bireye ve topluma karşı işlenen bazı suçlar, yasaklara uymamak, inançlara hakaret ve kişilerin maddi ve manevi şahsiyetlerine karşı işlenen suçlar, hoşgörü kapsamında değildir.
Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz birine gösterilecek müsamaha, binlerce masum insanın hukukuna tecavüz demektir, hoşgörü adı altında cezaları affetmek, ferdin ve toplumun hukukuna karşı saygısızlık yapmaktır.
Velhasıl; Hoşgörü kişinin her türlü haksızlığa, zulme ahlaksızlığa, tecavüz ve kötülüğe boyun eğmesi ya da rıza göstermesi, kendi inançlarından ve kendi öz benliğinden feragat etmesi demek değildir,
Bilakis, farklı düşüncelere, farklı kimliklere, farklı tabiatlara ve farklı davranışlara, anlayışla ve saygıyla bakabilme ve bu farklılıklarla beraber bir arada yaşamaya alışabilmesidir.
Değerli kardeşlerim;
Gün geçtikçe artan katliamlar, şiddet ve terör olayları, hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün ne kadar ciddi bir problem olduğunu, gözler önüne sermektedir. Yaşanan bütün din, ırk ve mezhep düşmanlıklarının temelinde de aynı şekilde hoşgörüsüzlük vardır.
Son olarak Yunus Emre’nin şu dörtlüğüne kulak verelim.
Elif okuduk ötürü pazar eyledik götürü,
Yaratılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü.
Rabbim, bizleri insanlarla iyi geçinen ve hoşgörülü olan kulların zümresine ilhak eylesin.
Efendimizi (sav) kendisine örnek alan, onun gibi yaşayan, onun sünnetine sıkı sıkıya ittiba edenlerden eylesin.
17/12/2023
Selam ve dua ile…
Osman KELEŞ
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Allah (cc) insanı kadın ve erkek olmak üzere iki farklı cinsten yaratmıştır. Her iki cinsinde yaratılış farklarından dolayı üstlendikleri rollerde de farklılıklar meydana gelmektedir. Sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde kadın önemli bir konumdadır. Bu itibarla toplumların oluşumunda kadının payı göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür.
İslam dini; gerek özel, gerekse toplumsal hayatta kadını saygıdeğer bir birey olarak görmüştür. İslam tarihinde kadının sosyal, hukuki ve manevi statüsünün belirlenmesinde Kur’an ve Sünnet bizlere yol gösterici birer kaynak olmuştur.
Değerli okurlar;
İslam dininin kadına verdiği önemi daha iyi anlayabilmemiz için İslamiyet öncesi toplum ve dinlerdeki kadının statüsünden kısaca bahsetmemiz yerinde olacaktır. Tarih boyunca kadının ikinci sınıf insan olarak görüldüğü ve ezildiği bilinmektedir. Eski Roma ve İran Medeniyetlerinde kadının insan olup olmadığı tartışılmıştır[1]. Antik Yunan Medeniyetinde erkeğin kadının üzerinde sınırsız söz hakkına sahip olduğu ve tıpkı bir köle gibi alınıp satıldığı görülmektedir[2]. Ayrıca klasik Yahudi literatüründe her gün yapılan sabah ibadetlerinde okunan dualarda “Rabbim beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun.”[3] denilerek kadınlar aşağılanmaktaydı. Hristiyanlığa göre ise kadın şeytanın oyuncağı olmuş, Adem’e yasak meyveyi yedirerek asli suç denilen günahı işlemiştir. Bu anlayışta da kadın fitne ve fesadın kaynağı ilan edilmiştir[4]. Cahiliye döneminde ise soy erkekten devam ederdi. Dünyaya gelen kız çocuğunun hiçbir kıymeti yoktu. Kız çocukları en temel hakları olan yaşama hakkından mahrum bırakılıyor yada köleleştiriliyordu.
Kur’an ve Sünnette Kadın
Tüm dünyada hal böyle iken Allah Teala kadını ayetlerine bir muhatap ilan ederek onurlandırmış ve kadını saygıdeğer bir konuma yükseltmiştir. “Mümin olarak erkek veya kadın her kim salih ameller işlerse işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.“[5] Ayetinden mümin olup iyi işler yapan, güzel davranışlarda bulunanlar cinsiyeti ne olursa olsun cennete girerler anlamını da çıkarabiliriz. Allah (cc) kadın ve erkeğin farklı vasıflarda yaratılmalarına rağmen kulluk boyutunda her ikisine de aynı yükümlülüğü vermektedir. Kadını ötelemeden ayetlerinde ona da hitap etmektedir. Kadını erkekten, erkeği de kadından üstün görmeyerek üstünlüğün ölçüsünü şu ayetinde belirtmiştir;
“Ey insanlar ! şüphesiz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah (cc) katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır (takvalı olanınızdır). Allah (cc) her şeyi hakkıyla bilmektedir her şeyden haberdardır.“[6]
İnsanın şeref ve değerini, kendi iradesiyle elde etmediği etnik aidiyet yada cinsiyetin değil kendi irade ve çabasıyla elde ettiği Allah’ın (cc) emirlerine uygun davranışları belirliyor. TAKVA sözlükte sakınmak korunmak anlamına gelmektedir. Literatürde ise dinin emir ve tavsiyelerine uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda gösterilen titizlik anlamında bir kavramdır. Bu ayetinde Allah (cc) üstünlüğün ancak ve ancak takvada olduğunu belirtmektedir.
Kur’an-ı Kerimde kadınların toplumsal ve özel hayatlarını düzenleyen bir çok ayet bulunmaktadır. Nisa (kadın) isimli bir surenin varlığı kadının önemine bir kez daha işaret eder. Nisa suresi bir sembol ve o dönemin toplumunda bir inkılaptır.
Her iki cinsinde aralarında fiziksel ve duygusal yönden elbette ki farklı vasıfları vardır. Bu farklılıkların bir çok hikmetleri bulunmaktadır. İslam dini hassas, nahif ve kırılgan yapısına uygun olarak kadını korumaya alır. İşte toplumun kısıtlama olarak gördüğü bu koruma sayesinde kadın, gerçek değerini bulacaktır.
Değerli okurlar;
İslam’da kadının önemi konusunda hayatımıza aktarabileceğimiz bir diğer kaynak Hz Muhammed’in ﷺ konu hakkındaki sözleri ve uygulamalarıdır. Allah Resulü bir gün veda haccı için yola koyulmuşlardı. Kalabalığın arasında Peygamberimizin ﷺ sevgili eşleri de vardı. Enceşe’nin güzel sesine adımlarını uyduruyorlardı. Habeş asıllı bir zenci olan Enceşe, kutlu yolculuğun coşkusu ile şiirler okuyor, nameleri develeri coştururken, dinleyenleri mest ediyordu. Ama bu kadar ritim ve heyecan develeri hızlandırmış ve sarsıntıları hanımları rahatsız eder hale gelmişti. Peygamberimiz ﷺ endişelendi ve her zamanki nezaketiyle Enceşe’ye seslenerek “Enceşe aman sakin ol! kristallere dikkat et!” diye onu uyardı[7]. (El-Kavarir; kristal yada cam). Hz Muhammed ﷺ başta kendi hanımları olmak üzere, yolculuk yapan hanımları bu kelime ile nitelendirmiş yani kadınların kristaller gibi değerli, kırılgan ve narin olduklarını bu özelliklerine binaen onlara daha hassas davranılması gerektiğini ifade buyurmuştur . Bu mükemmel bakış açısına hayran olmamak mümkün mü!
“Kadın, erkek için; erkekte, kadın için yaratılmıştır” diyebiliriz .
“Kadınlar erkeklerle birlikte bir bütünü tamamlayan diğer yarıdır.”[8] Kadın ve erkek birbirine destek veren, birbirlerinin eksik yönlerini tamamlayan, birlikte güzellikler meydana getirip yarım olmaktan çıkarak bütünü meydana getiren iki yarımdır. Parçanın birisinin zayıf düşürülmesinin bütünlüğü bozacağı aşikardır. O halde diğer yarıyı, kadını iyileştirmeliyiz ki bütünü tamamlayalım. Hz Muhammed ﷺ aile hayatında eşlerine daima nazik davranmış, onlara sevgi ile yaklaşmış, saygı ile dinlemiş, her konuda onlara destek olmuş bir eşti. Kız çocuklarının saçlarını okşayan, onlarla oyunlar oynayan ve onları eğiten iyi bir baba olmuştur.
“Allah’ın (cc) kadın kullarının, Allah’ın (cc) mescidlerine gelmelerine engel olmayın”[9] buyurarak Peygamberimiz ﷺ muhatap kitlesinin, yalnızca erkekler olmadığını her fırsatta hissettirir. Sosyal hayatın bir parçası olan cemaatinden kadını uzaklaştırmaz, sohbetini dinleme zevkinden onları mahrum etmezdi. Bir gün mescidde kılınan bir namazın ardından, kapıda yığılan kalabalık, kadınların çıkışına engel olurken, kadınların önce çıkması için erkek cemaati bir süre oturtup, kadınlara öncelik veren ince düşünceli bir peygamberdi.
Kadın, Allah’ın (cc) erkeğe emanetidir.
Veda hutbesinde;
“Kadınlar hakkında Allah’tan (cc) korkun çünkü siz onları Allah’ın (cc) bir emaneti olarak aldınız ve Allah’ın (cc) adını anarak nikah kıyıp kendinize helal kıldınız.”[10]
Hz Muhammed ﷺ öyle güzel bir üslup kullanmış ki; Erkek, Allah’ın (cc) emanetini teslim edebileceği kadar güzel bir mevkie konulmuş. Kadın ise Allah’ın (cc) sahiplendiği ve değer verdiği emaneti olarak görülmüştür. Erkekleri emanete haksızlık yapmamaları hususunda uyarmıştır. Asıl sahibi, emanetini aldığında emanet ettiği kişiye emanetine ne şekilde muamele ettiğinin hesabını soracaktır elbette.
Değerli okurlar sonuç olarak;
Allah (cc) kadını, ayetlerine bir muhatap ilan ederek onurlandırmıştır. Diğer taraftan Hz Muhammed ﷺ gerek sözleri gerekse davranışlarıyla kadının önemi konusunda insanlığa verdiği mesajlar gayet açıktır. İslam; kadını, bir meta, hayatı kolaylaştıran ve erkeğin menfaatlerini besleyen bir eşya olmaktan çıkararak, vazifeleri kadar hakları da olan bir insan konumuna yükseltmiştir. Kadın, kendi fıtratına uygun mesuliyetler üstlenmelidir aksi takdirde eşitlik adı altında fıtratına uymayan mesuliyetler kadına yük olacak ve onu yoracaktır . İslam dini cinsiyete değil insana odaklıdır. İnsan onuruna saygıyı emreder.
İslam dini sevgi ve şefkat dinidir. Sevgi ve şefkatin membaı olan kadının bu güzel özellikleri ortaya çıkarılır ve İslami ölçülere uygun şekilde muamele edilirse, o zaman kadın kendi özelliklerinin farkına vararak, bu farkındalıkla sevgi, şefkat ve muhabbeti, yetiştirdiği nesiller yoluyla topluma sunacaktır. Eğer ki kadını değersizleştirir ve bu güzel duyguları yok ederek arsızlaştırırsak, kendini başka mecralarda aramaya kalkışacak, toplumda güzel hasletlerden uzak bir nesil oluşacaktır. Öyle ise Müslüman kadın, Allah’ın (cc) ona verdiği değeri bilerek yaratılışındaki farklılığın kendine ne kazandırdığının farkında olarak Rabbine yönelmeli, Kur’an’da ve İslam tarihinde adı geçen örnek şahsiyetler olan kadınları kendine rehber edinmelidir. Müslüman kadın toplumun onu koyduğu yerde değil Rabbinin kadını koyduğu yerde durmalıdır. İslam çerçevesinde kendi statüsünü kendisi belirlemelidir .
Kısacası Müslüman toplumlarda kadının saygıdeğer bir statüye kavuşabilmesi için Kuran’ın emirlerine uyan, yasaklarından kaçınan, sünneti seniyyeyi hayatına ayna yapan Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar olmamız gerekmektedir.
Selam ve dua ile….
Elif ZOROĞLU
[1] Mehmet Zeki Canan , İslam Tarihi s 443.
[2] Ziya Kazıcı, İslam da Kadın, İlahiyat akademi dergisi 11 (2020) 3.
[3] M .Tayyib Okiç, İslamiyette Kadın öğretimi ( Ankara DİB yayınları 1981) 7 4 -Ziya Kazıcı İslam da Kadın , İlahiyat Akademisi Dergisi 11 (2020 ) 63.
[4] Ziya Kazıcı, İslam da Kadın , İlahiyat Akademisi Dergisi 11 (2020 ) 63.
[5] Nisa 4/ 124.
[6] Hucurat 49/13.
[7] B6202 Buhari, Edeb , 111.
[8] D236 Ebu Davud, Taharet , 94 9 -M990 Müslim, Salat ,136.
[9] M990 Müslim, Salat ,136.
[10] M2950 Müslim, Hac ,147.
bbb. Nefsin Hakikati
İnsanın ilk yaratılma isteği zuhura geldiğinde melekler “yarabbi yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kişiler mi yaratıyorsun” biz sana yetmiyor muyuz? Sualini sordular. Cenâb-ı Hak “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim”[1] buyurdu. Yani “siz susun, benim işime karışmayın” buyurdu. Meleklerde nefs bulunmadığı için Allah’a ibadetle günleri geçmektedir. İnsanın nefsinin mahiyetine vakıf oldukları için bu soruyu sormuşlardı.
İnsan nefsini tanıdı mı, haddini ve hududunu bilir, rabbini bilir. İnsan nefsini tanımadı mı, bu sefer hadsizleşir taki kendini ilah sanma cüretkarlığına kadar gider. Kendisini ilah sanma cüretkarlığı nerden gelir. Çünkü Cenabı Hak insanı ahseni takvim yani mükemmel bir şeklde yaratmıştır. Kendinden özellikler koymuştur insana. Kendisi (cc) basiirdir, insan da basardır, görücüdür. Kendisi (cc) işiticidir, insan da işitir ve diğer hasletleri siz düşünün.
Aslında nefsin yaratılışı, insanın ilahlık iddiasında bulunmaması içindir. Cenâb-ı Peygamber ﷺ ; “eğer siz hiç günah işlemeseydiniz Allah (cc) sizin hepinizi helak eder günah işleyen bir topluluk yaratırdı”[2] buyurmaktadır. İnsan nefsle birlikte büyüklenme, kendini ilah görme cüretkarlığını bırakır. Haddini bilir. Nefs, insanın ne kadar büyük olduğunun perdesidir. İnsan nefsi, gerçekten doğru okuyabilirse bu durum perde olmaktan çıkar ve insanı illiyyine götürür. Ancak insan bu nefsin arzularına esir olursa hayvanlardan da daha aşağılara düşeceğini yine Kur’an bizlere bildirmektedir[3].
Öyleyse nefs; Cenâb-ı Hakkın ilahlığını kimseye bırakmadığının ispat vesilesi olarak insana verilmiştir. İnsan doğmadan önce nefsle tanıştığı gibi ölene kadar onunla yaşamaya mahkûm ve mecburdur. Ölümden sonrası için Cenâb-ı Hakkın iradesi bu yönde değildir.
Hâcegân pirleri, böylesi muazzam ve donanımlı yaratılan nefsle mücadelede değişik yöntemler geliştirmişlerdir. Önce nefsin çerçevesi çizilmektedir. Yani nefsin, Cenâb-ı Hakkın emri ilahisi olduğu, Şems suresinde belirtildiği üzere “fucuru” Hakkın ilhamıyla insana yönelttiği, karşı karşıya kalınan varlığın ne kadar güçlü olduğu izah edilir. Nefsin yüzde yüz yok edilmesinin mümkün olmadığı belirtilir. Zira böylesi bir durum istenmemektedir. Yukarıda belirttiğimiz hadisi şerifte, nefsine hiç uymamış bir topluluk olsaydı Allah onları helak eder nefsine uyan (günah işleyen) topluluk yaratırdı buyrulmaktadır. Hâcegân yolunda yapılan şey nefsle meşguliyet değil Cenâb-ı Hakkın kendisiyle meşgul olunmaktır.
Hâcegân pirleri, nefs ve onunla muhasebe ve mücadelede önemli çözüm yolu bulmuşlardır. Kişi zamanını Cenâb-ı Hakkın kendisiyle meşgul etmeli. Nefsle uğraşmaya zaman bırakmamalı. Yani kişi yirmi dört saatini Cenâb-ı Hakkın ve Cenâb-ı Peygamberimizin ﷺ emri ilahisi ile geçirmeli. Başka bir anlatımla nefsi bu meşguliyetten bıkıp bu kişiyi bırakıp terk etmelidir. Hâcegân yolunda insan Cenâb-ı Hakla ve Efendimizin ﷺ sünnetiyle meşgul sahih yolcularla beraber oldukça, mesaisini Hâcegân yolunun esaslarına harcadıkça nefsi kişiden sıkılıp kaçması söz konusu olmaktadır. Nefsin tamamen ortadan kalkması amaç edinmemekte ancak nefsin oyununa gelindiğinde de zaman kaybetmeksizin tevbe ile yine Cenâb-ı Hakkın kapısına koşuş öğretilmektedir.
Nefs, Kömür Gibidir.
Hâcegân büyükleri nefsi kömüre benzetmişlerdir. İbadetleri ve taatleri, her türlü dini faaliyetleri ise suya teşbih etmişlerdir. İnsan ne kadar ibadet ederse etsin ne kadar namaz kılar, oruç tutarsa tutsun veya riyazat yaparsa yapsın, kömürün yıkanması misali kendisinden bir siyahlık akmaktadır. Ancak yine kömür, kömür olmaya devam etmektedir. İste Hâcegân büyükleri meseleye böyle bakarak nefsle mücadelede ateşi tavsiye etmişlerdir. Yani nefs kömürünü ateşe at, öyle bir yansın ki, kül olup mahiyet değiştirsin. Kitaplarda nefsin bahsedilen dereceleri aşama aşama hızla bu yöntemle geçilsin buyrulmaktadır. İşte bu ateş sevgi ateşidir, ocağı da İnsanı Kâmil ocağıdır. İnsanı kâmilin Cenâb-ı Hakka ve kâinat güneşi Efendimize ﷺ olan sevgisinden mütevellit ocaktır. İnsan nefsini, insanı kâmilin ocağının yanına koydu mu o ateş ister istemez yanındaki kömüre de sirayet edecek ve insanda da bir yangın başlayacaktır. Bu yüzden din büyüklerimiz “İslâmı” affedersiniz “uyuzlu keçiye” benzetmişlerdir. Hemen uyuzunu yanındakine bulaştırır buyurmuşlardır. İnsanı kâmil de ateşini yanındakine hissettirmektedir. Zaten Nefs de kömür misalinde olduğu gibi yanıcı bir madde olarak yaratılmıştır. Bu yangında biraz insanın canı acımaktadır. Ancak yıllarca sürecek nefs mücedelesi düşünüldüğünde çok kestirme bir yoldur. Hâcegân yolunda bu yüzden nefs ve nefsin meratipleri üzerinde çokça durulmamıştır.
Kül olan nefsin içinde ateş tamamen sönmemektedir. En ufak bir rüzgârda yeniden kor haline gelmektedir. İşte bu aşamada kişi, nefsini kontrol altına almayı başarmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki nefs tamamen yok olmamıştır. Mahiyet değiştirmekle birlikte gevşek kalınan noktalarda kendini göstermektedir. Bu aşamadan sonra yüzde yüz nefse hâkim olunmuş denilmemektedir. Ancak mahiyet değiştiği için kişinin yapacağı şey sadece nefse isyan halinde küçük bir rüzgâr çıkarmaktır. Nasıl ki küllenmiş köz en ufak bir rüzgârda kızarmakta kor halini almakta ise yapılacak basit yöntemlerle nefs kor halini alacak ve sesini kesecektir. Neticede ilahi emre muttasıl olacaktır. Kimi zaman nefs galip gelse de kişi zaman kaybetmeden tövbesini yapacak ve Hakka koşacaktır.
Hâcegân pirleri mahiyet değiştirmiş nefsin farklı şekillerde insanı aldatmak istediğine işaret etmektedirler. Birçok veli derecesine ulaşmış kişileri bile aldatabileceğine dikkat çekerek bu konuda rehavete kapılmaması gerektiği tavsiye edilmiştir. Anlayış meselesinde sıklıkla vurguladığımız bir mesele vardı. İnsan hangi aşamaya gelirse gelsin, geldiği aşamayı daha önce o aşamadan geçmiş kâmil âlim zatlarla çek etmelidir. Bugün inanan insanların içinde bulunduğu en önemli zaaflardan birisi de budur.
Kişi Nefsiyle Mücadelede Geldiği Yeri Çek Etmelidir.
Muhasebe kavramı üzerinde dururken bunun nefs muhasebesi olduğunu belirtmiştik. Herkes küçük veya büyük ölçekli bir işletmeyle muhatap olmuştur. İşletmelerde gelirler ve giderler hesaplanır. Ne kazanmışız? Ne kadar gider var? Ortada kâr var mı? Yoksa zararda mıyız? Bu işleme biz muhasebe işlemleri diyoruz. Şirketlerin veya işletmelerin en önem verdikleri bölümdür. Bazı işletmeler büyüklük durumuna göre özel muhasebeciler tutarlar. Bazıları önce bir ön muhasebe tutarlar. Sonra tüm tutulan hesaplar bir mali müşavire götürülür. Hesabın büyüklüğüne göre ehliyetli kişilere götürülür. Niçin? Aman ortada bir yanlışlık olmasın zarar olmasın, kâr edelim, iflas etmeyelim diye.
İnsan tabir caizse kendi işletmesinin günah ve sevaplarının muhasebesini tutuyor. Kendi kendine diyor ki “vallahi senden kârlısı yok” senin bu gidişin iyi diyor. Sonra devlet tarafından bir denetim yapılıyor. Büyük cezalar geliyor insana. İşte insan denen işletme önce kendi muhasebesini elbette tutmalı ancak bu defteri, işletmenin hayrı için, kârda mı? Yoksa zararda mı? Kanunlara ve nizamlara aykırı bir durum var mı? Diye yeminli mali müşavirlere de göstermelidir. Kişinin tüm mevzuatı bilmesi beklenemez. İnsan bunu bilmeli ve hesabını, kitabını bilene götürmelidir.
İşte insanı kâmil de bu örnekteki yeminli mali müşavir gibidir. Cenâb-ı Haktan görev almış yemin etmişlerdir. Kendisine getirilen hesabı kitabı, Allah’ın kitabına ve Resulün sünnetine göre denetleyecektir. Bugün Müslümanlara habire Cenâb-ı Haktan ceza geliyorsa, iki yakamız bir araya gelmiyorsa bunun sebebi işlerimizi güçlerimizi muhasebemizi Allah dostu müşavirler ile çek ettirmeyişimizden, onlarla istişare etmeyişimizdendir.
Bugün Türkiye’de güzel şeyler olmaktadır. Din düşmanlarının ve yerli işbirlikçilerinin Müslümanlar üzerinde oynadıkları oyunlar bir bir deşifre olmaktadır. Ancak aldanmayalım ki bu mesele bizim hesabımızın kitabımızın doğruluğundandır. Mesele iyi anlaşılmalıdır. Karşı taraf cami duvarına bevletmeye kalkıştı, bu yüzden Hakkın tokatını yemektedir. Yoksa bizim yaptığımız iyi bir amale veya bizim düştüğümüz mazlumiyete bakılmamıştır. Bu meseleyi nerden biliyorsunuz diyebilirsiniz. Cevabımız çok basit biz her meselemizi ehline götürüyor oradan çek edip onay alıyoruz.
Meselesini çek ettirmeyen o kadar insan var ki, belki nefsiyle mücadele edip bir yere gelmiş, Allah için çok şeyler yaptığını iddia eden, şu defteri kebirini bir bilirkişiye götürelim bakalım ne rapor verecek. Bizim aldanmışlığımız burada değerli arkadaşlar. Tabir caizse düşülen yer burası kalkılması gereken yer de burası olmalıdır.
Büyüklerden Mevlana Halid efendimiz Hindistanda manevi bir toplantıda bir hint fakiri ile karşılaşır. Hint fakiri Müslüman değildir. Mevlana Halid efendimiz çok şaşırır bu duruma ve bu zatla sohbete dalar. Kendisine bu mertebeye nasıl geldiğini sorar. Hint fakiri de nefsine muhalefet ettiğini, nefsi kendisine ne söylerse zıddını yaptığını, bu işe bir ömrünü verdiğini, Allah’ın kendisine böyle manevi kapılar ihsan ettiğini söyler. Mevlana Halid efendimiz İslâmdan bahsederler. Ve bu zatı İslâma davet ederler. Zaat bana biraz müsaade et der ve müsaade isterler. Kısa zaman sonra Mevlana Halid efendimize dönerek senin bahsettiğin din el hak doğrudur. Ben Müslüman olmak istiyorum der. Mevlana Halid efendimiz bu zata İslâmı tarif eder ve kelime-i şahadet getirerek Müslüman olur. Ancak Mevlana Halid efendimiz, neden biraz düşünmek için müsaade istediğini bu zata sorarlar. Bu zatın verdiği cevap manidardır. Ben senin teklifini nefsime götürdüm. Nefsim kabul etmedi. Kabul etmediği gibi direnç gösterdi. Dedi ki sen Müslüman olursan sendeki tüm bu hallerin gider. Yıllardır çalışmayla elde ettiğin kerametlerin kaybolur. Baktım ki çok güçlü muhalefet var. Ben de her ne pahasına olursa olsun kabul edeceğimi söyledim ve kararımı verdim derler. Bunun üzerine bu durum Cenâb-ı Hakkın çok hoşuna gider bu zatın nefsle mücadele sonucu elde ettiği tüm kerametlerin devam etmesini emir buyurur. Bu zat bu olaydan sonra zamanın kutbu olur.
Evet, bizler de geldiğimiz yeri kaybedeceğiz korkusuyla defterlerimizi bir türlü dini müşavirlere götürmüyoruz. Aslında bizde biliyoruz. Götürürsek çok eksik çıkacak. Kendi oluşturduğumuz balonun havası sönecek. Konunun başında nefs kelimesinin kelime anlamının “bir şeyin havasını almak” olduğunu belirtmiştik. Bizde oluşturduğumuz bu sahte balonların havasını aldırmak için daha ne kadar bekleyeceğiz. Hani kampanyalar oluşturuluyor ya; “Haydi çocuklar aşıya”, “haydi kızlar okula” diye.
Biz de bir kampanya başlatmak istiyoruz. “Haydi, insan, İnsanı Kamile”, “Temiz defter, temiz insan, temiz toplum” kampanyası. Tuttuğumuz tüm gayri resmi muhasebelere son verelim. Tüm defterlerimizi incelemeye açalım. Tüm işlerimizi resmi (mevzuata uygun) yollardan yapalım.
Yaşasın resmiyet, Yaşasın İslâmiyet.
Hâce-i Hâcegân [4]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Bakara Suresi 30. Ayetinde: “Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti; melekler, “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz” dediler; Allah “Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi”. Bkz: https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=30
[2] Müslim, Tevbe, 9-11
[3] Araf Suresi 179. Ayet: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”
[4] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.
Hâcegân Âli Meclis; diğer adıyla Hâcegân Vakfı Âlimler ve Âkiller Kurulu, üniversite hocaları, sivil toplum kuruluşları ile sivil toplumun kanaat önderleri ve âlimler başta olmak üzere işçisinden, sanatkârına, memurundan iş adamına ve yüksek bürokratına kadar toplumun âlimlerinin ve âkillerinin bir araya geldiği heyettir.
Vakfın istişare organıdır. Sayısı 16 kişiden oluşmaktadır. Oluşumu, Vakfın faaliyete başlama tarihinden öncedir. Hâcegân Vakfı; Meclisin olumlu görüşleri üzerine memleketin ihtiyaçları doğrultusunda vatanı ve milletine âşık, kendi öz değerleriyle çatışmayan yeni Türkiye’nin donanımlı ve özgüvenli nesillerinin yetiştirilmesine katkıda bulunma çalışmaları kapsamında kurulmuştur. Vakfın kurucular meclisi de denilmektedir.
Meclisin Başkanı; Hâcegân Vakfı Genel Başkanlığını yürüten kişidir. Milletin ve memleketin sorunları başta olmak üzere bütün insanlığı ilgilendiren sorunlar ve çözümleri konusunda başvurulan aksakallılar meclisidir. Bu sebeple Hâcegân-ı Âli Meclis denilmektedir. Vakfın faaliyet alanlarında, özellikle hassas konularda, doğru istikamet üzere hareket edilmesi için kendisine müracaat edilen heyettir [1].
Meclisin sekreteryasını Hâcegân Vakfı Genel Sekreterliği yürütür. Genel Sekreter Meclisin doğal üyesidir.
Meclis üyeliklerinin boşalması halinde yeni üyenin seçilmesi işine Meclis karar verir. Seçim iş ve işlemlerini vakıf genel sekreterliği yürütür. Meclis Başkanının gündeme alması sonucu teklif edilen üyeler oylanarak yeni üye belirlenir.
[1] Cenab-ı Hak (cc) Kitabı mübininde “Onların işleri kendi aralarında istişareyledir.” [Şura, 38] buyurmaktadır. Yine Cenabı Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde: “Allah bir yönetici için hayır diledi mi ona doğru sözlü bir danışman nasib eder. Bu, ona unutunca hatırlatır, hatırladığı zaman da yardım eder. Allah bir yöneticiye de hayır dilemezse, kötü bir danışmanı musallat eder. Bu danışman, ona unuttuğunu hatırlatmaz, hatırlayınca da yardımcı olmaz.” [Ebû Dâvud, Harâc 4, (2932); Nesâî, Bey’at 33, (7,159).] buyurmaktadır.
Anılan hükümler uyarınca Meclis; bir taraftan Vakfın idaresinde isabetli karar alınmasında istişare organı iken diğer taraftan da kadim kültürümüzün ve yukarıda arz edilen ayet ve hadisi şerifte belirtilen hususların örnek uygulamasının ortaya konulması kapsamında ayrıca önemli bir faaliyeti icra etmektedir.
Hâcegân Tasavvuf Enstitüsü; gerçek alim ve kamil insanların yetiştirildiği bir velayet okuludur. Buradan zamanın hâceleri dediğimiz asrın bilginleri, mütefekkirleri, münevverleri, arifleri ve âşıkları yetişir.
Zamanın kâmil insanları mesabesindeki hâcelerinden; her an hay olan Cenabı Hakla yaşadıkları aşk ocağından elde ettikleri; sıcak, mis kokulu ekmek misali, taze ve katışıksız, muhabbet kokan, hikmetler husule gelir. Bu dem; kiminde aşk olur, kiminde irfan olur, kiminde ilim olur. Olur da olur. Ashabı güzin gibi bin bir çiçek olup açarlar. Bu dem su misali gibidir. Tohumu cihetinde bitki yetişir.
Tasavvuf Enstitüsünde; “Hâcegân yolu fikriyatı” talim ve tatbik edilir. Hâcegân yolu fikriyatı maya gibidir. Sahibi Hâce-i Kâinat Muhammed Mustafa’dır ﷺ. O, ashabı güzini mayalamış, Ashab da sonraki zamanın hâcelerini mayalayarak günümüze kadar bozulmadan gelmiştir. Tıpkı sütün yoğurtla mayalanması gibi. Bugün sağlıklı maya ile mayalanan yoğurt, bembeyaz ve tadı da ilk günkü yoğurdun tadındadır. Hâcegân vakfı fikriyatı, bu maya misalidir. Nasibi olan herkesi mayalama gücüne sahiptir. Abı hayat gibidir. Serin, soğuk su gibidir. Her derde şifadır. Zira insanlığın tüm hastalıklarının sebebi iman zafiyetindendir. Allaha (cc) inandım diyen çoktur ancak Allah (cc) varmış gibi yaşayan azdır.
İşte zamanın Hâcesi; aşk ocağı denilen gönülden, her an hay olan ve tenezzülen iskan buyuran Cenabı Hakla yaşadığı anın deminden, anın hikmetini ve hakikatini istinbat edebilen, getirebilen kişidir. Bu dem sonucu çıkan yepyeni sıcacık bu fikirler, 70 yıl ibadet gücündedir[1]. Pas sökücü mesabesindedir. Hasta kalplere şifa, paslı gönüllere cila hükmündedir.
Bugün insanlığın ihtiyacı; zamanın münevver, mütefekkir, Allah adamları dediğimiz zamanın hâcelerinin Haktan getirdikleri, anın hikmeti mesabesindeki fikirlerdir. Bu adamlardan doğan fikirler, abı hayat gibidir. Bu hayat suyu, önce kendilerine hayat verir, hay olurlar, yeniden dirilirler. Hararetlerini ve ateşlerini ancak bu su söndürür. Sonra Hak vergisi olan ve bitmeyen, tükenmeyen bu suyun bereketini Cenabı Haktan bilerek susuz çoraklaşmış gönüllere ulaştırma gayreti içerisine düşerler.
Bilir ki, gönüller Cenabı Hakkın evleridir. Yapılan her yeni gönül, Hakkın iskan buyuracağı evdir, yeni bir ocaktır, nice demlerin yaşanacağı yerdir.
Bilir ki, ateşi de veren O’dur. Suyu da veren O’dur. O’ndan O’na deveran eden O’dur. Yeter ki ortada sen olmayasın, ben olmayayım, hep O, olsun.
…..
Ademliktir[2] insanı âdem[3] yapan,
O demdir âdemi ayakta tutan,
Demi demdir bu âlem,
Ademi âdemler doğuran,
Hâce-i Hâcegândır, yâri dost besti best.
Hülasadır insan bu kevni âlemin,
Hazreti insandır gaye-i kelamı kadimin,
İnsanı hazret yapan tohumudur kâmilin,
Hâce-i Hâcegândır, dostu yâr besti yâr.
…..
[1] İbn Abbas ve Ebu’d-Derda‘dan rivayet edildiğine göre “Bir saat tefekkür yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.” Bkz.: Aliyyu’l-Kārî, Esrâru’l-Merfû’a, 175; Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310)
[2] Adem: yokluk.
[3] Âdem: insan, insanı kâmil.
HÂCEGÂN TASAVVUF ENSTİTÜSÜNDEN HABERLER
Hâcegân Tasavvuf Enstitüsü, Hâcegân Vakfı Gençlik Ocakları Başkanlığı ile Prof.Dr. Ahmet Hamidi Vakfı işbirliğiyle “İslam ve Tasavvuf” isimli söyleşi, 1 Ekim 2023, Pazar günü, saat:17.00’da, Hâcegân Vakfı Genel Merkezinde düzenlendi.
HÂCEGÂN VAKFI SENEDİNİN 4. MADDESİ ŞÖYLEDİR:
Vakfın gayesi; insanların ilmî, ahlâkî, dinî, sosyal, kültürel ve manevi yönden gelişimlerine yardımcı olmak ve huzurlu bir toplum oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu katkının gerçekleştirilmesinde “Hâce Abdulhâlık Gucduvânî” ve “Hâce Ahmet Yesevî” ile “Hacı Bektaşi Veli” ve “Hacı Bayramı Veli” gibi toplumda genel kabul görmüş büyük insanlar ilham kaynağı olarak görülür.
HÂCEGÂN VAKFI SENEDİNDE ZİKREDİLEN VE VAKFIN GAYESİNİ GERÇEKLEŞTİRMEDE İLHAM KAYNAĞI OLARAK GÖRDÜĞÜ DÖRT İSİM.
1. HÂCE ABDULHALIK GUCDUVANİ
2. HÂCE AHMET YESEVİ
a. Hayatı: Kısa Video: Hâcegân Vakfı
3. HACI BEKTAŞI VELİ
a. Hayatı: Kısa Video: Hâcegân Vakfı
b. Hayatı Sesli Kitap: Faruk Dilaver
4. HACI BAYRAMI VELİ
b. Hayatı: Kısa Video: Hâcegân Vakfı
c. Hayatı: İslam Ansiklopedisi
Terim Tanım
Hâce, bugünkü yaygın kullanımı ile hoca demektir. Hâcegân ise hâcenin çoğulu hocalar şeklinde tanımlanmaktadır. Hâce kelimesinin kökeninin nereden geldiği konusu tam olarak bilinmemekle birlikte kaynaklarda çeşitli rivayetler yer almaktadır[1]. Öz anlatımla Hâcegân; asrın bilginlerine, mütefekkirlerine, münevverlerine, ariflerine, âşıklarına en üst seviyede verilen bir isimdir
Tarihin seyri içinde Hâcegân isminin ortaya çıkışı, Orta Asya ve Maveraünnehr dediğimiz bu bölgede Ali Fârmedi hazretlerinden sonra Yusuf Hemedani hazretleri ile başlamıştır. Kendisine Hâce Yusuf Hemedani denilmiştir. O’nun bir halefi Hâce Ahmed Yesevî, diğer bir halefi Hâce Abdulhâlık Gucduvânî vasıtasıyla manevi miras yayılmış ve devam etmiştir. Hâcelikte; Peygamberimizin (sav) şahsı gibi hem velayete bakan manevi yön hem de devlet adamlığı, siyaseti ve komutanlığı gibi zahire bakan yön bulunmaktadır. Bazı zamanlarda mana ile zahir ayrı ayrı kişilerde toplanırken bazen mana ve zahirin tek kişide toplandığı şahsiyetler de olmuştur.
Hâcelikte; zahir ile mana bir şahsiyette toplandığı için mavera denilen bölgede kurulan muhtelif İslâm devletlerinin teşkilâtlarında idari bir terim olarak da kullanılmıştır. Özellikle Sâmânîler, Gazneliler ve Selçuklularda hükümdardan sonra gelen vezir bu unvanla anıldığı gibi diğer bazı resmî ricâlin de unvanı olmuştur. Örneğin, Selçuklularda devletin birinci adamı ve sultanın mutlak vekili olan vezire “Hâce” denilmiştir. Nizâmülmülk’e “Hâce” veya “Hâce-i Büzürg / Büyük Hoca” diye hitap edilmiştir. Nizâmülmülk’ün Siyasetname adlı eserinde bürokrasi mensubu memurlar da Hâce veya Hâcegân şeklinde isimlendirilmiş, Hâcegâna mensup kimselerin “Hâce-i Saîd, Hâce-i Reşîd, Hâce-i Kâmil” gibi lakaplarla anılmaları gerektiği belirtilmiştir[2].
Harizmşahlarda da büyük ricâle ve vezirlere Hâce denilmiş, büyük vezir “Hâce-i Cihân” şeklinde anılmıştır. Yine İlhanlılar, Timurlular, Karakoyunlu ve Akkoyunlular da Hâce unvanını kullanmışlardır. Hatta Hindistan’da kurulan sultanlıklar da bile bu Hâce unvanı kullanılmış sultanlarına “Hâce-i Cihân” denilmiştir[3].
Hâce veya hoca unvanı resmî kullanış dışında çok değişik şekillerde farklı zümreler arasında da yaygınlık kazanmıştır. XII. yüzyılda “sahip, efendi, tahsil görmüş kişi” anlamlarında kullanılarak “kadılar, imamlar, şehir reisleri” bu lakapla anılmıştır. Anadolu Selçuklularında ticaretle uğraşanlar ve zanaat ehli olanlar özellikle şehrin divan görevlileri arasında yer alan büyük tacir üstatlarına Hâcegân denmiştir. “Hâce-i Bâzâr” tabiriyle esnaf ve tüccar erbabı kastedilmiştir. Köylerde ve şehirlerde kanaat önderlerine bir dönem Hâce denilmiştir[4]. İlerleyen yıllarda Hâce kavramı bazı farisi bölgelerde itibarsızlaştırılmaya, uygunsuz kişilere lakap olarak verilmeye çalışılsa da[5] “Hâce-i Cihân, Hâce-i Kâinat, Hâce-i Düserâ, Hâce-i Rusül, Hâce-i Âlem”[6] gibi Peygamberimize (sav) ait sıfatların ve İslami değerlerin ağır basması sonucu neticede başarılı olunamamıştır.
Türkçe’de lakap olarak hem özel isimden önce (Hoca Ahmet, Hoca Nasreddin, Hoca Sâdeddin gibi) hem de -daha çok XX. yüzyıl Türkçesi’nde- özel isimden sonra da (Nasreddin Hoca, Hüseyin Hoca, Hasan Hoca gibi) kullanılmıştır. Ayrıca bazı tarikatlarda birçok tarikat büyüğü ile şeyh ve pîri bu unvanla anılırken “Hatm-i Hâcegân, Silsile-i Hâcegân” gibi terkipler içinde de çoğul olarak yer almıştır.
Köprülü’ye göre Hâcelik; Abdulhâlık Gucduvânî ve Ahmed Yesevî silsilesinden gelenlere, tarîkat-ı Hâcegân olarak adlandırılan Nakşibendî tarikatına mensup büyük mürşitlere verilen ünvandır[7]
Osmanlıda da daha önceki Türk-İslâm devletlerinde olduğu gibi “Hâce” unvanı kullanılmış ve bürokraside görevli üst memurlara Hâcegân denilmiştir. Hâce unvanı, Osmanlı döneminde yaygın biçimde “Hoca” şeklinde kullanılmıştır. Özellikle mektep muallimleri ve medrese uleması bu unvanla anılmıştır. Şehzade muallimlerine “Hoca” denilmesinin sebeplerinden birisi de “Hâce” unvanının tarihi anlamından kaynaklıdır. Şehzade tahta çıktığı zaman ders aldığı âlimlerden birini kendisine hoca olarak seçer ve bu kişi “Hoca-i Sultânî”, “Padişah Hocası” unvanıyla anılır, teşrifatta da şeyhülislâma denk kabul edilirdi. Bunların görev ve tayinleri ile kendilerine tanınan imtiyazlar hakkında Fâtih Sultan Mehmet Han bir kanunname çıkarmış ve bu kanunnameye “Hocazâdeler Kanunu” denilmiştir[8].
Istılahi Olarak Hâcegân
Toplumlar kültürleriyle tarih sahnesinde yerini alabilirler. Ne kadar zengin bir kültüre sahipseler o kadar köklü bir derinlikleri olur. Kültürüne yabancı, kültüründen uzak bir millet, köksüz bir bitki gibidir. Hemen, asıldığında, kopuverir. Hâcegân, geçmiş kültürümüzden bize mirastır. Bizi geçmişimizle irtibatlayan, alakalandıran, tarihimizin derinliklerinden gelen zengin bir kültürdür.
Bu kültürün kaynağı, membaı İslam’dır. Kur’ân ifadesiyle Allah’a giden yolda, hakikat yolunda Hâcegân; “peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimseler [9]”dir.
Hâcegân silsilesinde, peygamberler, ashap, ehlibeyt ve evliyaullah, önemli duraklardandır. Dolayısıyla onlarla özdeşleşmiş bir isimdir. Bu silsilede, rabbani zincirde ilk halkada peygamberleri görüyoruz. İnsanlığın hidayet rehberi en hakiki, en kâmil mürşidleri peygamberlerdir. Âdem (as) ile başlayan bu silsile Efendimize (sav) kadardır. Bu sebeple Efendimizin (sav) bir ismi “Hâce-i Kâinattır”, kâinatın hocasıdır. Diğer bir ismi ise “Hâce-i Rusüldür”, peygamberlerin hocasıdır.
Peygamberlerden sonraki rabbani zincirin ikinci halkasına “Ashab-ı Kiram” diyoruz. Efendimizi (sav) baş gözüyle görmüş, onunla sohbetleşmiş, hasbihal etmiş kutlu topluluk. Ashaptan sonra kıyamete kadar gelecek üçüncü halkaya da “Saadatı Kiram” diyoruz. Saadete, selamete, hidayete ermiş topluluk. Kur’an’ın sıddıklar, şehitler ve salihler diye zikrettiği bu topluluğun ismidir.
Hâcegân, bir dönem sadece ilahi silsilenin üçüncü halkasında yer alan kişilerle tanınmıştır. Hâcegân geleneği, Orta Asya ve Maveraünnehr dediğimiz bu bölgede Yusuf Hemedani hazretleri ile tanınmıştır. Yani Cenâb-ı Peygamberden Hazreti Ebubekir Sıddık (radıyallahu anh) vasıtasıyla devam eden bu saadat zincirinde Hâcegân ekolü Ali Fârmedi hazretlerinden sonra Yusuf Hemedani hazretleriyle tanınmaya başlamış ve O’nun bir halefi Hâce Ahmed Yesevî, diğer bir halefi Hâce Abdulhâlık Gucduvânî vasıtasıyla yayılmış ve devam etmiştir. Ta ki bu anlayış, bu kültür, bu zaviye Hoca Muhammed Bahauddin hazretlerine kadar devam etmiştir. Hâce Bahauddin hazretleriyle birlikte bazı anlayışlarda ve dolayısıyla uygulamalarda yapılan değişikliklerden sonra bir isim değişimi olmuş ve bu ekole Nakşibendilik denmiştir. Aslında Hâcegâniyye ekolü Nakşibendiliğin içinde mündemiç bir özdür.
Bu hususlar dikkate alındığında Hâcegân salt bir cemaat ve tarikat anlayışı değildir. İçinde geçmişten bugüne gelen dini, milli, tasavvufi kültürleri mezceden, bunları birleştiren bir yoldur. Her zamanda hakkı üstün tutan bir topluluk bulunsun fehvasınca Hâcegân hak üzere bir araya gelmiş topluluğa verilen isimdir. Hâcegânı diğer topluluklardan ayıran özelliği ise Efendimizden (sav) bozulmadan nesilden nesile aktarılarak gelen İslam mirasına sahip salih insan, varisi nebi dediğimiz insanı kâmil anlayışıyla yoğrulu, İslam medeniyetinin yaşatıldığı velayet anlayışını bünyesinde barındıran yaşayan bir zamanın Hâcesinin varlığıdır.
İnsanı kâmil anlayışına sahip Hâce, zülcenaheyndir. Çift yönlü, çift kanatlıdır. Kendisinde hem zahir dediğimiz Efendimizin (sav) devlet adamlığı, siyaseti, komutanlığı ve diğer yönleri hem de mana dediğimiz İslam’ın manevi mirası bulunur. Hakikatte İslam bir bütündür. İçerisinde devleti, siyaseti, ibadeti ve ukubatı toptan barındırır. İslam’ın hâkim olduğu dönemlerde her iki yönün aktif olarak işletildiği ancak devletlerin İslam’dan uzaklaştıkları dönemlerde Müslümanlık sadece ibadet olarak algılandığı için zahir denilen yön pasif kalmaya mahkûm edilmiştir. Zaman zaman bu iki yön birbirinden ayrışmış, zahir ve mana iki ayrı kişide toplanmıştır. Ne zaman ki bu iki sıfat Efendimiz (sav) ve râşit halifeleri gibi tek insanda toplanmış o zaman yeryüzü sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için de saadet yurdu olmuştur.
Ayeti kerimede buyrulan “kâfirler istemese de Allah (cc) nurunu tamamlayacaktır [10]” ifadesindeki nur kelimesi hem insan hem de İslam’ın hükmü olarak tefsir edilmiştir. Bu iki anlamdan hareketle Allahu Teâlâ önce insanı, tıpkı Efendimiz (sav) ve sahabe dönemi gibi yeniden canlandıracak ve zamanın bu kâmil insanları vasıtasıyla da yeryüzünde hükmünü hâkim kılacaktır.
İşte insanlığın tamamlanmasında rol oynayacak bu mayaya biz kısaca Hâcegân diyoruz. Bu maya ile yeniden özüne dönen insan, Rabbisinin emrine imtisal ile ayeti kerimede geçen nuru da tamamlayacaktır inşallah.
Bu manada Hâcegân Vakfı bir fikir ocağıdır. Günün kâmil insanları mesabesindeki zamanın hâcelerinin her an hay olan Cenabı Hakla yaşadıkları aşk ocağından elde ettikleri sıcak, mis kokulu ekmek misali, o demden elde edilen taze ve katışıksız muhabbet kokan o fikirlerin husule geldiği yerlerdir. Vakfın binaları gönüllerdir. Binalarla, okullarla, kurslarla vakit kaybetmez. Binalara değil insanlara yatırım yapar. Okulu, kursu, tekkesi gönlüdür. Seyyardır. Her yere sığar, açar kurar o demi yaşar yaşatır. Yer geldi mi hemen toplar, kapatır, pratiktir. Onun için bir insan dahi olsa önemlidir. Bir insan uğruna binlerce bina, okul, kurs feda edilebilir. Binalar, okullar, kurslar adı altında insanların feda edilmesine karşıdır.
Bu maya bir fikir mayasıdır. Sahibi Hace-i Kaniat Muhammed Mustafa’dır. O, ashabı güzini mayalamış, ashab da sonraki zamanın hâcelerini mayalayarak günümüze kadar bozulmadan gelmiştir. Tıpkı sütün yoğurtla mayalanması gibi. Bugün sağlıklı maya ile mayalanan yoğurt, bembeyaz ve tadı da ilk günkü yoğurdun tadındadır. Hâcegân Vakfı fikriyatı, bu maya misalidir. Nasibi olan herkesi mayalama gücüne sahiptir. Abı hayat gibidir. Serin, soğuk su gibidir. Her derde şifadır. Zira insanlığın tüm hastalıklarının sebebi iman zafiyetindendir. Allaha (cc) inandım diyen çoktur ancak Allah (cc) varmış gibi yaşayan azdır.
İşte zamanın Hâcesi, aşk ocağı denilen gönülden, her an hay olan ve tenezzülen iskan buyuran Cenabı Hakla yaşadığı anın deminden, anın hikmetini ve hakikatini istinbat edebilen, getirebilen kişidir. Bu dem sonucu çıkan yepyeni sıcacık bu fikirler 70 yıl ibadet gücündedir[11]. Pas sökücü, çamaşır suyu mesabesindedir. Hasta kalplere şifa, paslı gönüllere cila hükmündedir. Bugün insanlığın ihtiyacı, zamanın münevver, mütefekkir, Allah adamları dediğimiz zamanın hâcelerinin getirdikleri anın hikmeti mesabesindeki fikirlerdir. Bu adamlardan doğan fikirler, hayat suyu gibi önce kendilerini hay eder, yeniden diriltir, ateşlerini, hararetlerini söndürür. Sonra hak vergisi, bitmeyen ve tükenmeyen bu suyun, bereketini Cenabı Haktan bilerek susuz çoraklaşmış gönüllere ulaştırma gayreti içerisine düşer.
Bilir ki, ateşi de veren O dur. Suyu da veren O’dur. O’ndan O’na deveran eden O’dur. Yeter ki ortada sen olmayasın, ben olmayayım, hep O, olsun.
…..
Ademliktir [12] insanı âdem [13] yapan,
O demdir âdemi ayakta tutan,
Demi demdir bu âlem,
Ademi âdemler doğuran,
Hâce-i Hâcegândır, yâri dost besti best.
Hülasadır insan bu kevni âlemin,
Hz. insandır gaye-i kelamı kadimin,
İnsanı hazret yapan tohumudur kâmilin,
Hâce-i Hâcegândır, dostu yâr besti yâr.
…..
Hâce-i Hâcegân [14]
Vakıf Genel Başkanı
[1] İpşirli Mehmet; Hâcegân, İslam Ansiklopedisi, C.14, s.430. Ayrıca rivayetler için bkz.
[2] Beyhaki, Muhammed b. Hüseyin; Tarih (neşreden: Kāsım Ganî – Ali Ekber Feyyâz), s. 218-219
[3] Konukçu, Enver; Hâce-i Cihan; İslam Ansiklopedisi, C.14, s.429.
[4] Dıa, Hoca, İslam Ansiklopedisi, C. 18, s. 186.
[5] Sümer Faruk; Hâce Sera, in: Ağa, İslam Ansiklopedisi, C.1, s.451.
[6] Dıa, Hoca, İslam Ansiklopedisi, C. 18, s. 186.
[7] Köprülü, M. Fuad; “Hâce”, İslam Ansiklopedisi, C. V/1, s. 24.
[8] Dıa, Hoca, İslam Ansiklopedisi, C. 18, s. 186.
[9] Nisa Suresi 69. Ayet; “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!”
[10] Saf Suresi 8. Ayet.
[11] İbn Abbas ve Ebu’d-Derda’dan rivayet edildiğine göre “Bir saat tefekkür yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.” Bkn:. Aliyyu’l-Kārî, Esrâru’l-Merfû’a, 175; Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127; Aclûnî, I/310.
[12] Adem; yokluk.
[13] Âdem; insan, insanı kâmil.
[14] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân Yolunun Hocası.
HÂCEGÂN VAKFI
21 Haziran 2022 tarihli Resmi Gazetenin ilanıyla faaliyete başlayan Hâcegân Vakfı, daha çok üniversite hocaları, sivil toplum kuruluşları ve sivil toplumun kanaat önderleri ile âlimler ve âkillerden müteşekkil istişare heyetinin olumlu görüşleri üzerine memleketimizin ihtiyacı olan birlik, dirlik ve huzurun tesisine katkıda bulunmak üzere kurulmuştur.
İsminden de anlaşılacağı üzere Hâcegân vakfının yolu, Hâcegân yolu, hocalar, âlimler yoludur. İlmin, bilimin yoludur. Bu yol Anadolu’nun öz damarıdır. Horasan yolu olarak da adlandırılan bu yolda hak üzere bir araya gelmiş âkil insanların kurduğu bir vakıftır. İlk öncüler arasında “li hikmetin” rabiatül adeviye misali hanım kardeşlerimiz de yer almaktadır.
Vakıf senedinin 4. maddesinde vakfın gayesi; “insanların ilmî, ahlâkî, dinî, sosyal, kültürel ve manevi yönden gelişimlerine yardımcı olmak ve huzurlu bir toplum oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu katkının gerçekleştirilmesinde “Hâce Abdulhâlık Gucduvânî” ve “Hâce Ahmet Yesevî” ile “Hacı Bektaşi Veli” ve “Hacı Bayramı Veli” gibi toplumda genel kabul görmüş büyük insanlar ilham kaynağı olarak görülür.” denilerek başkaca izaha yer bırakmayacak şekilde açık ve net tanımlanmıştır.
Hâcegân Vakfı; vatanı ve milletine âşık, kendi öz değerleriyle çatışmayan yeni Türkiye’nin donanımlı ve özgüvenli nesillerinin yetiştirilmesine katkıda bulunma gayreti içerisinde olan bir ocaktır. Tüm gruplara eşit mesafededir. Organik hiçbir grupla/cemaatle bağlantısı olmamasına rağmen tüm grupları ortak değerler çatısı altında bir olmaya çağıran misyona sahiptir. Bu fikriyat İslam’ın üst çatısıdır. Tüm insanlığı bağrına basacak kapasiteye sahiptir.
Tıpkı, Hâce Ahmet Yesevi, Hâce Abdulhalık Gucdüvani, Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram Veli fikriyatı gibi.
HÂCEGÂN VAKFI SENEDİ
VAKIF
Madde 1- Vakfın ismi Hâcegân Vakfı’dır. İşbu resmi senette sadece vakıf denilecektir.
VAKFIN GENEL MERKEZİ
Madde 2- Vakfın genel merkezi Ankara’dadır. Vakfın adresi, yerleşim yeri içerisinde Mütevelli Heyet kararı ile değiştirilebilir.
VAKFIN ŞUBELERİ
Madde 3- İlgili mevzuat çerçevesinde vakıf Mütevelli Heyet kararı ile yurt içinde veya dışında şube ve temsilcilikler açılabilir. Gençlik yapılanmasına ilişkin olarak “Hâcegân Ocakları” isimli yurtiçi ve yurtdışı teşkilat kurabilir. Vakıf bünyesinde “Hâcegân Hukuk Enstitüsü” veya “Hâcegân Tasavvuf Enstitüsü” gibi benzer enstitüler kurulabilir. Teşkilatlanma ve detayları hakkında karar organı Mütevelli Heyettir.
VAKFIN GAYESİ
Madde 4- Vakfın gayesi; insanların ilmî, ahlâkî, dinî, sosyal, kültürel ve manevi yönden gelişimlerine yardımcı olmak ve huzurlu bir toplum oluşmasına katkıda bulunmaktır. Bu katkının gerçekleştirilmesinde Hâce Abdulhâlık Gucduvânî ve Hâce Ahmet Yesevî ile Hacı Bektaşi Veli ve Hacı Bayramı Veli gibi toplumda genel kabul görmüş büyük insanlar ilham kaynağı olarak görülür.
VAKFIN FAALİYETLERİ
Madde 5- Vakfın faaliyetleri şunlardır:
VAKFIN GAYESİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN YAPABİLECEĞİ İŞ VE İŞLEMLER
Madde 6- Vakıf gayesine ulaşmak için taşınır ve taşınmaz mallara bağış, vasiyet, satın alma ve kiralama suretiyle sahip olmaya ve kullanmaya, vakıflara ilişkin yasa hükümleri uyarınca sahip olduklarını satmaya, devir ve ferağ etmeye, gelirlerini almaya ve harcamaya, vakıf malvarlığına giren bir ya da birden çok taşınmaz mal veya gelirlerini bir ya da birçok kez yatırımda kullanmaya, vakıf amaç ve hizmet konularına aykırı olmamak koşulu ile yapılacak bağış ve vasiyet, satın alma ve diğer yollarla mal ettiği taşınır ve taşınmaz malları ve paraları yönetim ve tasarrufa, menkul değerleri almaya ve vakfın amacı doğrultusunda bunları değerlendirip satmaya, vakfın amaçlarına benzer çalışmalarda bulunan yurtiçi ve yurt dışındaki vakıflar, gerçek ve tüzel kişiler ile işbirliği yapmaya, kamu kurum ve kuruluşları dışındakilerden yardım almaya, bu yardımı sağlamak için anlaşmalar yapmaya, taşınmaz malların irtifak, intifa, sükna, üst, rehin, ipotek gibi mülkiyetten gayri ayni haklarını kabule, bu hakları kullanmaya, olan ya da olacak gelirleri ile kuracağı sözleşmeler için taşınır ve taşınmaz malların rehin ve ipoteği dâhil her türlü güvenceleri almaya, geçerli banka kefaletlerini kabule, vakfın amaç ve hizmet konularını gerçekleştirmek için gerektiğinde ödünç almaya, kefalet, rehin, ipotek ve diğer güvenceleri vermeye, vakfın amaç ve hizmet konularına uygun olarak yürütülen ve yürütülecek projelerden ve her türlü çalışmalardan gelir elde etmeye ve vakfa gelir sağlamak amacı ile olağan işletme ilkelerine göre çalışacak iktisadi işletmeler, şirketler kurmaya, kurulu olanlara iştirake, bunları doğrudan işletmeye ya da denetimi altında bir işletmeciye işlettirmeye, vakfın amaç ve hizmet konularından birinin ya da tümünün gerçekleştirilmesi için yararlı ve gerekli görülen girişim, tasarruf, mal edinme, inşaat ve benzeri sözleşmeleri yapmaya Türk Medeni Kanununun 48. maddesinde belirtildiği üzere izinli ve yetkilidir.
VAKFIN KURULUŞ MAL VARLIĞI
Madde 7- Vakfın kuruluş malvarlığı, vakıf merkezi olarak gösterilen ve vakfın faaliyetlerine tahsis edilen dairedir.
Malvarlığı, vakfın kurulmasını müteakip yapılacak ilavelerle arttırılabilir.
VAKFIN ORGANLARI
Madde 8– Vakfın organları ‘Mütevelli Heyet’ ve ‘Vakfın Genel Başkanı’dır.
MÜTEVELLİ HEYETİ
Madde 9– Vakfın Mütevelli Heyeti; işbu vakıf senedinin sonunda ad, soyad ve imzaları bulunan aynı zamanda vakfın kurucuları olan üç (3) gerçek kişiden oluşmaktadır.
Mütevelli Heyetin ilk başkanı kuruculardan … dir. Mütevelli Heyet başkanlığının herhangi bir sebeple boşalması halinde varsa Mütevelli Heyet Başkan Yardımcısı yeni Mütevelli Heyet Başkanı seçilinceye kadar Mütevelli Heyet Başkanına ait görev ve yetkileri kullanır. Mütevelli Heyet Başkan Yardımcısı yoksa yaşça büyük olan Mütevelli Heyet üyesi, yeni Mütevelli Heyet Başkanı seçilinceye kadar Mütevelli Heyet Başkanına ait görev ve yetkileri kullanır. Mütevelli Heyet Başkanı aynı zamanda Hâcegân Vakfı Genel Başkanıdır.
Mütevelli Heyet üyeliğinin ölüm, istifa ya da başka bir nedenle boşalması halinde mütevelli Heyet üyelerinin teklifi ve kalan Mütevelli Heyetin çoğunluk kararıyla seçim yapılır. Mütevelli Heyet üyelerinin teklifi ve Mütevelli Heyetin 2/3 çoğunluğunun kararıyla Mütevelli Heyete başkaca üyelerin seçilmesi mümkündür.
MÜTEVELLİ HEYETİNİN GÖREV VE YETKİLERİ
Madde 10-Mütevelli Heyet, vakfın en yüksek karar organıdır. Bu sıfatla Mütevelli Heyet:
MÜTEVELLİ HEYETİN TOPLANTI ZAMANI VE KARAR NİSABI
Madde 11- Mütevelli Heyetin ilk toplantısı, vakfın resmi gazetede ilanını müteakip bir ay içinde yapılır. Bütçe ve çalışma raporlarının onaylanması ile seçimlerin yapılmasına ilişkin konuları görüşmek üzere yılda bir Mart ayı içinde toplanır. Mütevelli Heyet, üyelerinin en az üçte birinin (1/3) yazılı olarak talepte bulunmaları halinde olağanüstü olarak da toplanabilir.
Olağan ve olağanüstü toplantılarda, ilan olunan gündemde yer almayan konular görüşülemez. Ancak, olağan toplantıda divanın teşkilinden hemen sonra, az üçte birinin yazılı önerisi ile senet değişikliği ve vakıf organları ile vakfa yükümlülük ve sorumluluklar yükleyecek konular dışında gündeme madde ilavesi mümkündür. Toplantı tarihi, yeri, saati ve gündemi, toplantı gününden en az 7 (Yedi) gün önce imza karşılığı yazı veya e-mail ile Mütevelli Heyet üyelerine bildirilir. Mütevelli Heyet üye tamsayısı ile toplanır. Tam sayı sağlanamadığı takdirde toplantı bir hafta sonra aynı gün ve saatte aynı yerde çoğunlukla yapılır. Mütevelli Heyet karar yeter sayısı ise toplantıya katılanların çoğunluğudur. Oyların eşit olması halinde Mütevelli Heyet Başkanının oyu iki oy sayılır. Oylamanın ne şekilde yapılacağı ayrıca karara bağlanır. Her üyenin tek oy hakkı vardır. Toplantıya gelemeyecek üye, Mütevelli Heyetten bir başka üyeyi vekil tayin edebilir. Bir şahısta birden fazla vekâlet toplanamaz. Toplantılar çevrimiçi de gerçekleştirilebilir. Bu durumda alınan kararlar sonradan imzalanır.
VAKFIN TEMSİLİ VE VAKIF GENEL BAŞKANI
Madde 12– Vakfı Mütevelli Heyet adına “Hâcegân Vakfı Genel Başkanı” sıfatıyla Mütevelli Heyet Başkanı temsil eder.
Mütevelli Heyet, genel veya belli hal ve konularda, belirteceği esaslar dâhilinde kendi üyelerinden bir veya birkaçını, yetkili memur ve memurlarından herhangi bir veya birkaçını, temsilci veya temsilciliklerini, herhangi bir sözleşmeyi akdetmeye, mukavele, hukuki belge veya senedi vakıf nam ve hesabına tanzim ve devretmeye de yetkili kılabilir.
VAKIF GENEL BAŞKANININ GÖREV, YETKİ VE SORUMLULUKLARI
Madde 13– Genel Başkan, vakfın idare ve icra organıdır. Bu sıfatla Genel Başkan:
VAKFIN GELİRLERİ
Madde 14- Vakfın gelirleri aşağıda gösterilmiştir.
VAKIF SENEDİ DEĞİŞİKLİĞİ
Madde 15– Vakfın amacı, faaliyetleri ve örgütlenme şekli dâhil vakıf senedinde yapılacak değişiklikler ile ilaveler Mütevelli Heyet üyelerinin en az üçte birinin (1/3) yazılı teklifi ile Mütevelli Heyet üye tamsayısının en az üçte ikisinin (2/3) onayı ile yapılır.
VAKFIN SONA ERMESİ
Madde 16– Vakfın herhangi bir sebeple sona ermesi halinde vakfın tasfiyesinden arta kalan malvarlığı Mütevelli Heyetinin uygun göreceği aynı amaçlı bir başka vakıf, dernek veya hayır kurumuna devredilir.
Vakfın feshi kararı, Mütevelli Heyet üye tamsayısının en az (1/3) ün yazılı teklifi ve Mütevelli Heyet üye tamsayısının üçte iki (2/3) çoğunluk kararı ile alınabilir.
GEÇİCİ HÜKÜMLER
Geçici Madde 1- Vakfın tescili için gerekli tüm iş ve işlemleri yapmak üzere … yetkili kılınmıştır.
Mütevelli Heyet Başkanı
Mütevelli Heyet Üye Mütevelli Heyet Üye