1. 2. Akl-ı Selim Olmak (2.Bölüm)
d. Mutasavvıf Âlimlere Göre Akıl:
Akılla ilgili ilk eser, büyük mutasavvıf âlim Haris el-Muhasibi (d.164 / 781 ) tarafından kaleme alınan “El Akl ve Fehmül Kur’an” dır.[1] Buradan anlaşılmaktadır ki akılla ilgili ilk tanımlamalar mutasavvıf âlimlerce yapılmıştır. Sonraki dönemlerde yazılan eserler incelendiğinde mutasavvıf âlimlerin konuyla ilgili vardıkları tespitler diğer âlimler ve tüm insanlığın dikkatini çekmiş, ilgiyle takip edilmiştir. Bu sebeple mutasavvıf âlimlerinin görüşlerine ayrıca yer verme ihtiyacı duyulmuştur.
İslam’ın ilk dönemlerinde Peygamber Efendimizin (sav), sonraki dönemlerde sahabelerin ve tabii’nin varlığı nedeniyle İslâmi ilimler bugünkü manada ayrışmamıştı. O dönem insanlarına bakıldığında bugünkü tasavvuf ehli diye adlandırılan insanlara genel olarak zahid (takva sahibi) denildiğini görmekteyiz. İlk dönem zahidleri aklın tanımı ve mahiyetiyle fazla meşgul olmamışlar daha çok ahirete yönelerek nefsin arzularını bırakıp dinin emir ve yasaklarına uygun yaşamayı esas almışlardır. Bu manada aklın tanımı ve mahiyeti yerine Kur’an ve hadislerde belirtildiği gibi[2] güncel hayat için lazım olan haramdan ve şüpheliden kaçınma hayır ve ibadette devamlılık esasına yönelik pratik eylemlere yönelmişlerdir[3].
Genel olarak mutasavvıf âlimlerce yazılmış basılı eserler azdır. Zira gönülden aktarılan İslâm nuru ve bilgisi yine insanlığa gönülden aktarılmaya çalışılmıştır. Hâcegân büyüklerinin tabiri ile insanlara yazılmaya çalışılmıştır. Ancak ilimlerin ayrışması ve İslâmi ilimler üzerindeki bilgi kirliği arttıkça bazı mutasavvıf âlimler gönüllerine aktarılan bilgi ve hikmetleri kitaplara geçme ihtiyacı duymuşlardır.
Bu bağlamda konumuzla alakalı mutasavvıf âlimlerin eserlerine bakıldığında hep aynı kaynaktan beslenen saf bilginin değişik yansımaları olduğu ve birbirleri ile çelişmediği gibi insanı hayrete düşüren açıklamaların yer aldığını görmekteyiz. Mutasavvıf olmayan kimi ilim adamlarının iddialarının aksine gerçek tasavvufi anlayışta dünya ve ahiret saadetinin vesilesi olarak görülen akıl, dinin direği, ilmin membaı, esası ve temeli olarak görülmekle beraber ilim ile akıl arasındaki ilişki meyve ile ağaç, göz ile görme arasındaki ilgiye benzetilmiştir[4].
Tasavvuf kitaplarında akılla veya akletmeyle ilgili birinci bölümdeki ayetlerden başka akılla ilgili ayrıca şu ayetlere de yer verildiği görülmektedir. “Allah (c.c) göklerin ve yerin nurudur. Mü’minin kalbinde nurunun sıfatı; sanki bir hücre ki içinde bir lamba var. Lamba da cam bir mahfaza içindedir. O cam mahfaza sanki (parlayan) inci gibi bir yıldız…[5]” ayetinde geçen mü’min kalbindeki nur, akıl olarak tefsir edilmiştir.
Başka bir ayette “Ey Rasulüm!(sav), işte sana böyle emrimizden bir ruh vahyettik[6]” şeklinde geçen ruh kelimesinin akla işaret ettiği beyan edilmiştir.
“Hiç (evvelce) küfürle ölü olup (sonra) kendisini hidayetle dirilttiğimiz ve ona insanlar arasında yürüdüğü bir nur verdiğimiz kimse karanlıklar içinde kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu?[7]” ayetinde geçen nur kelimesinin akıl olduğu buyrulmuştur.
Akılla ilgili nakledilen önceki hadislerin dışında ayrıca şu hadisi şeriflere yer verildiği görülmektedir.
Peygamber Efendimiz (sav) den;
“Akıl kalpte hak ile batılı ayırt eden bir nurdur.[8]”
“Ey insanlar! Rabbinizi bilin ve tanıyın! Birbirinize aklın kemâlini tavsiye edin. Çünkü size emredilenler gibi size yasak edilenleri de akılla bilirsiniz. Bilin ki rabbinizin nezdinde sizi kurtaracak aklınızdır…[9]”
“Bir topluluk, Rasulullahın (sav) yanında mübalağa edecek derece bir kişiyi övdü. Bunun üzerine Allahın Rasulü; “övdüğünüz kişinin aklı nasıldır? diye sordu. Onlar ey Allah’ın Resulü biz kişinin yaptığı ibadet ve gösterdiği çeşitli hayırları sana söylüyoruz, sen ise onun aklını soruyorsun deyince Hz. Peygamber (sav) söyle buyurdu; “Ahmak kişinin cehaletiyle işlediği günah, facirin fıskıyla elde ettiği günahı kat kat geçer. Yarın kıyamet gününde Allah’a en yakın derecelere her abid, aklının miktarı nispetinde yükselecektir[10]” şeklinde rivayetlere dikkat çekilmektedir.
Hz. Ömer efendimizden nakledilen diğer bir hadis; “Hiç kimse akıl gibi büyük bir fazileti elde etmiş değildir. Akıl sahibini hidayete erdirir, felaketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça imanı tamam, dini müstakim olmaz[11]” şeklindedir.
İbn Abbas’tan (r.a) rivayet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz (sav); “Her şeyin bir aleti ve hazırlığı vardır. Mü’minin aleti ise akıldır. Her şeyin bir bineği vardır, kişinin bineği akıldır. Her şeyin direği vardır, dinin direği ise akıldır. Her kavmin bir hedefi vardır, abidlerin hedefi ise akıldır. Her kavmin bir davetçisi vardır, ibadet edenlerin davetçisi akıldır. Her tüccarın bir sermayesi vardır, Allah yolunda çalışanların sermayesi ise akıldır. Her hane halkının bir idarecisi vardır, sıddıkların hanelerinin reisi ise akıldır. Her harabe olan yerin bir imar edeni vardır, ahireti imar eden ise akıldır. Her kişinin bir zürriyeti ve nesli vardır, ona nispet edilir ve o da o nesille yâd edilir. Fakat sıddıkların, nispet edilen ve yâd edilmelerine vesile olan nesilleri akıldır. Her kavmin bir çadırı vardır, Müslümanların çadırı ise akıldır[12]” diye buyurmuştur.
Kaynaklarda mutasavvıf âlim Haris el-Muhasibiye (d.164 / 781 ) ait “el akl ve fehmül kur’an” adlı eserin akabinde mutasavvıf âlim Hâkim et-Tirmizinin (d.210 / 825) “Kitabul Akl vel Heva” adlı kitabı olduğu görülmektedir. Eserde, aklın bedende yer alan bir nur olduğu üzerinde durulmakla beraber aklın madde veya maddi bir şey olmadığına işaret edilmiştir. Muhasibi aklı; tabî (doğuştan) ve tecrübi (kesbî)[13] diye ikiye ayırarak incelemekle beraber[14] Tirmizi aklı, hak ile batılı ayırt eden bir nur olarak tarif eder ve akılla heva arasındaki ilişkiyi inceler[15].
Tasavvufta akıl iki türde incelenmiştir. Birincisi matbu denilen ve insanla doğuştan gelen akıl, ikincisi ise sonradan çalışma ile kazanılan kesbî, tecrübi veya mesmu denilen akıldır. Bu değerlendirmenin temeli de Hz. Ali (kv) efendimizden nakledilen şu sözlere dayandırılmaktadır; “İki tür akıl vardır: Birincisi, Tabiî (matbu, doğuştan), ikincisi ise Kesbî (mesmu, tecrubi) dir. Tabî akıl olmayınca kesbî akıl yarar sağlamaz. Nasıl göz görmediği zaman güneş ışığı fayda vermiyorsa, tabiî akıl olmadan da kesbî akıl fayda vermez[16].”
İmam Gazali (d.450/1052), aklı; “ruhun dili ve tercümanı[17]” olarak görmektedir. Aklın önemine ve şerefine işaret ederek aklı, Tabî ve Kesbî diye ikiye ayırmış ve aklın dört manası üzerinde detaylı durmuştur[18]. Kısaca Tabiî aklı, İnsanı hayvanlardan ayıran, teorik bilgileri, sanatları ve teknik bilgileri öğrenebildiği güç olarak tanımlamış ve ikinin birden çok olduğunu, bir kişinin aynı anda iki yerde olamayacağını bilme kudretini örnek göstermiştir. Kesbî (Mesmu, tecrubi) denilen aklı ise tecrübelerden, deneyimlerden ve hayatın akışından elde edilen ilimler olarak tarif etmişlerdir[19]. İlmin akıl içerisinde fıtri olarak var olduğunu, varlık dünyasına çıkaran bir vasıtayla âlemde göründüğünü ifade ederek toprakta bulunan suyu misal göstermektedir. Toprakta bulunan suyun ancak kuyu kazılması sonucu belirdiğini söylemektedir. Yine gül ile içindeki gül yağı örneğini de akıl ile ilim ilişkisini izahta kullanmaktadır[20]. Gazali aklın kötülenmesine karşı çıkar. Şayet akıl kötülenirse övülecek başkaca bir şeyin olmadığını zira İslâm övülecekse bu İslam’ın akılla bilindiğini, mademki İslâm kötülenemez, öyleyse İslam’ın bilinmesine vesile olan aklında kötülenemeyeceğini ifade ederek şu hitapta bulunur, “İslâm, yakînin gözüyle ve imanın nuruyla bilinir, akılla değil!” diyen kimseye iltifat edilmez. Çünkü o yakîn gözünden ve iman nurundan neyi murâd ediyorsa, biz de akıldan aynı şeyi murâd ediyoruz” diye buyurur[21]. Bir kısım sufilerin aklı ikinci plana atmak lazım geldiği görüşlerine değinen imam gazali buradaki akıldan maksadın gerçek aklı değil, felsefe ve kelamcıların kullandığı “akılcılık” akımı adı altında akıl diye öne sürülen “mücadele ve münazara ilmi” ne veryansın edildiğini izah etmişlerdir[22]. Her şeye rağmen aklında sınırlarının olduğunu karmaşık kimi meseleler üzerindeki anlaşılmazlık perdesini kaldıramadığına da işaret etmiştir[23]“.
Hz. Mevlânâ (d.605/1207) ise Mesnevî’de aklı, küllî (akl-ı meâd) ve cüz’î (akl-ı meâş) diye ikiye ayırmıştır. Küllî akıl, “Allah’ın kudretinden ilk önce ortaya çıkan akıldır; Hakîkat-i Muhammediyye’dir” demek suretiyle fiziksel dünyânın ötesini, metafizik âlemi de kavrayabilen akıldır. Cüz’î akıl (akl-ı meâş) ise, dünyâ işlerini ve tabiat âlemine âit meseleleri idrak eden, ancak tabiat ötesini kavrayamayan akıldır. Çeşitli düşünce kurallarına ve kalıplarına, kıyas ve mantık esaslarına gereksinim duyan bu akıl ile metafizik konularını gereği gibi bilinip kavrayamaz. Esâsında tek bir hakîkatten ibâret olan akla, her iki yönelişi açısından, bu iki ayrı ad verildiğini beyan buyurmuştur[24].
Mesnevide Efendimizin (sav); “Kim akılsız ahmak ise o bizim düşmanımız ve yol kesen eşkıyamızdır” şeklindeki bir sözünü nakilden sonra şu ilavede bulunur; “Akıllı insan bizim canımızdır. Ondan gelen serin meltem bize reyhân ve fesleğen kokusu getirir. Akıl kızıp bana sövse de, ben rıza gösterir ona ses çıkarmam… Aksine ahmak gelip ağzıma helva koysa, ben onun helvasından ateşlenip hastalanırım” şeklinde buyurarak aklın önemine işaret eder. Başka bir münasebetle; “Akıl, nuranî ve iyiliğe talip bir hakikat arayıcısıdır” buyurur. Ayrıca, imanla nurlanmış bir akıl için de şu övgüde bulunur, “İmanlı akıl, adil bir zabıta memuru gibidir; o, gönül şehrinin hem hâkimi, hem de muhafızıdır.” Mevlânâ hazretleri, Allah’a müteveccih olmayan aklı da ahmaklığa eş tutar ve “Eğer aklın hak yolunda sana ayak bağı oluyorsa, o akıl değil bir yılan ve akreptir” buyurarak akılsızlığa işaret eder.
İmam Sühreverdi (d. 632/1234), Mearifte, akılı, ruhun lisanı olarak tanımlamaktadır. Ruhun da Allah’ın emirlerinden olduğunu, yerlerin ve göklerin yüklenmekten kaçındıkları manevi emaneti aklın yüklendiğini, aklın nurundan da ilimlerin neşet ettiğini, aklın ilimler için yazılmış bir levha olduğunu ifade etmektedir[25].
İbnül-Arabî (d. 638/1240), Fütûhâtu l-Mekkiyye’de “akıl ancak fazîletleri kabul eder, o gereksiz ve uygunsuz davranışlara yönelmekten insanı alıkor. İşte bağ ve engel anlamına geldiği için ona akıl adı verilmiştir” demektedir. Yine “kalem-i âlâ” ve “dürre-i beyzâ” gibi isimler verdiği akl-ı evveli, varlık âleminde ortaya çıkan ilk mahlûk olarak görmektedir. Vasıfsız basit bir cevher olarak nitelediği bu ilk akıl, şuurlu bir varlık olması sebebiyle Allah’ı (cc) tanımış, Allah da (cc) varlık alanına çıkacak her şeyin bilgisini akıla öğrettikten sonra bu bilgileri ve kendi emirlerini Levh-i mahfûz’a yazmasını ilk akıldan istemiştir. Allah (cc)’tan aldığını Levh-i mahfûz a kaydettiği için onun bir adının da Kalem-i âhd olduğunu söylemektedir. Yine “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” hadisi şerifini “Allah’ın ilk yarattığı ruh-u müdebbirdir[26], bu da Hz. Muhammed (sav)’in ruhudur, sonra öteki ruhlar ondan sâdır olmuştur” şeklinde tefsir ederek[27], bu durumu İmâm-ı Mubin, Hakikat-ı Muhammediyye, Nûr-i Muhammedî, Rûhu’l-ervâh ve İnsan-ı kâmil gibi çok farklı terimlerle izah etmiştir. Hakîkat-ı Muhammediyye’yi vücud-ı mutlakın yaratılış sahasındaki ilk ve en mükemmel mazharı olarak görür. “Onun her isminin bir mahzarı vardır. En kapsamlı isim olan ve bundan dolayı ism-i a’zam denilen Allah (cc) isminin mazharı Hakîkat-ı Muhammediyye’dir. Vücud-ı mutlak en yüksek seviyede ve bu mazharda tecelli ettiğinden ona “insân-ı kâmil” de denir. [28]” şeklinde izahatta bulunmuştur.
Azîzuddin en-Nesefî (ö.700/1300), bu konuda: “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır.[29]”,“Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir[30]” ve “Allah’ın ilk yarattığı şey arştır[31]” hadislerini naklettikten sonra: “Bil ki Yüce Allah’ın Melekût âleminde yarattığı ilk şey, Allah’ın kalemi olan akıldı. Bu kaleme “Bu arşa yaz” diye hitap geldi. Kalem “Allah’ım ne yazayım?” dedi. “Eskiden ve şimdi ne varsa, gelecekte ne olacaksa hepsini yaz” diye hitap gelmesi üzerine yazdı. Ey derviş! Yüce Allah büyük âlemde bir kalem yaratmış olup, o da akl-ı evvel’dir. Küçük âlemde de bir kalem yaratmıştır, o da insandır. Yüce Allah’ın melekût âleminde yarattığı ilk şey bir cevher olup, bu cevherin adı Allah’ın kalemi olan akl-ı evveldir” demektedir[32]. Yine devamla Aziz Nesefî, akl-ı evvel olmadan hiçbir akıl ve ruha bilginin ulaşmayacağını, akl-ı evvelden maksadın ise Hz. Peygamber (sav) olduğunu söylemektedir.
Abdulkerim el-Cilî (d. 805/1402), “Akl-ı evvel”, “akl-ı küll” ve “akl-ı meaş” kavramları üzerinde durarak akl-ı evveli, ilâhî ilmin nûru olarak tanımlamıştır. Bu manada Cebrail’e akl-ı evvel de denildiğini, akl-ı küll’ü; akl-ı evvele tevdî edilen bilgi sûretlerinin kendisinde tecellî ettiği nurlu bir müdrike olarak görmektedir[33].
İmam Şârânî (d. 973–1565) “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır” ve “Allah’ın ilk yarattığı, nurumdur.” Hadislerinde geçen “akıl” ve “nur” ifadelerinin her ikisinin de, “Hz. Muhammed(sav)’in hakikatinin kastedildiğini ifade etmektedir[34].
Cevrî (d. 1065/1654) “O (sav) nun vücudu cihan halkının en şereflisi olmuşsa bunda şaşılacak ne var? O (sav) Âdemoğlunun zübdesidir, insanlar arasında onun eşi ve benzeri yoktur. “Akl-ı Kül” onun pâk olan cevherinin eşidir” anlamına gelen meşhur şiiri ile akılla ilgili hadisi şerh etmeye çalışmıştır[35].
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (d. 1194/1780) “Allah bütün yaratıklardan evvel yokluktan, çok nurlu, yeşil bir cevher yarattı. Bazı rivâyetlere göre kendi nurundan, latif ve azîm bir cevher var edip, ondan bütün kâinâtı bir tertip içinde yavaş yavaş yarattı. Buna ilk cevher, Nûr-u Muhammedî, Levh-i Mahfuz, akl-ı kül, izafî ruh adını verirler ki bütün ruhların ve cisimlerin başlangıcı ve kaynağı bu cevherdir” demektedir[36].
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (d.1294/1877; ö. 1942) aklı; “Duyulardan hareketle duyular ötesini idrak eden veya duyularla elde edilemeyen bilgiyi bizzat keşfeden idrak aleti” olarak tanımlamaktadır[37]. Akıl konusunda “Akl-ı matbû’nun kâbil-i tahdidi olmayan birçok merâtibi vardır ki, bir zekâyı basitten ukûl-i Enbiya mertebelerine kadar gider. En yüksek mertebesine, “akl-ı evvel” denilir ki, mebde’den gâyeyi, gâyeden mebdei, evvelden âhiri, âhirden evveli, kemâli yakîn ile gören bu akl-ı evvel, kelâm-ı ilâhî ve nur-i Muhammedî’dir” demekte ve konumuzla ilgili “Allah’ın yarattığı şeylerin ilki benim nûrumdur”, “Allah’ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir”, “Allah’ın yarattığı şeylerin ilki akıldır” hadislerini delil olarak kullanarak akl-ı evvel kavramını açıkladığı görülmektedir[38].
Mutasavvıf âlimlerin akılla ilgili birbirini teyit eden adete tek bir kaynaktan beslenen hakikatlerin dışa vurumu gibi gördüğümüz yukardaki tanımlamalara rağmen tasavvuf hakkında yeterince bilgi sahibi olamadan konuşan bir kesimin yukarda isimleri verilen veya ismi verilemeyen ancak eseri bulunan birçok âlimin kitaplarını ya okumadıkları veya okumalarına rağmen anlatılanları ya anlayamadıkları ya da yaşamadıkları için anlamakta güçlük çekerek ben yaşayamamışsam kimse de yaşayamaz mantığıyla yersiz eleştirilerde bulundukları görülmektedir. Özellikle tasavvufta aklın geri plana bırakıldığı, önemsenmediği, değişik anlam ve mana verildiği veya birbirleri ile çelişik görüşlerin ileri sürüldüğü söylenmektedir.
Oysaki zikrettiğimiz ayet ve hadisi şerifler ışığında akılla ilgili olarak yukarda ismi geçen mutasavvıf âlimlerin eserleri ve eserini insana yazmış birçok Allah dostu âlim kişilerin konuya bakışları incelendiğinde tek bir pınardan neşet eden saf katışıksız bilginin çeşitli ağızlardan aktarımı olduğu, aklın dinin direği, insanın nuru, ruhun tercümanı olarak gördükleri, aklı devre dışı bırakmak lazım geldiği görüşlerinde zikredilen aklın, gerçek akıldan bihaber akılsızlık hastalığına düçar olmuş akılcılık akımı olduğu görülecektir.
Hâce-i Hâcegân [39]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Muhasibi, El-akl ve Fehmül-Kur’an, (neş. Hüseyin el Kuvvetli), 1982, s.201-238.
[2] “Akıllı nefsini güden (tedip ve muhasebe eden) ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir” Hadis metni çin bkz. Ramüz El-Ehadis (Hadisler Deryası), Musannif Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi (k.s.), Mütercim, Abdülaziz Bekine (k.s.), c.1, s.229, No.7; ““Aklın başı insanlarla sevgi tesis etmektir.” Hadis metni için bkz. Ramüz El-Ehadis, s.122, No.8 ; “Akıllı, nefsini kontrol altına alıp, ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir.” .” Hadis metni için [2] İbn-i Mace, Züht, s.31
[3] Uludağ, Süleyman; “Akıl” in: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c.II, İstanbul. s.246
[4] Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.263.
[5] Nur, 35
[6] Şura, 52
[7] En’am, 122
[8] Maverdi, Edebü’d-Din ve’d-Dünya, s. 4
[9] Davud b. Mihber, Kitabul Akıl, (zik. Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.264.)
[10] Hâkim et-Tirmizi, Nevadir, Mihber, Kitab’ul-Akıl, (zik. Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.265.)
[11] Mihber, Kitab’ul-Akıl, (zik. Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.265)
[12] Mihber, Kitab’ul-Akıl, (zik. Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.268)
[13] Mükteseb Akıl; Tabî (garazî) aklın kullanılmasıyla kazanılan akıldır. Sezgi, deney, düşünme ve öğrenim yoluyla oluşur.
[14] Muhasibi, El-akl ve fehmül-Kur’an, 201 vd.
[15] Hakim et-Tirmizi, Hatmül Evliya, (Neş. Osman İsmail Yahya) 1965, s.196 vd.
[16] Râgıb el-İsfehânî, El-Müfredât, s.511.
[17] Gazâli, İhyâu Ulûmiddîn, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. V, s. 220.
[18] Bkz. Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.269 vd.
[19] Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.3, s.85-86.
[20] Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.272
[21] Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.278
[22] Gazâli, İhya-i Ulüm’id-Din, c.1, s.277
[23] Gazâli, El-Munkizu min-ad-dalâl, MEB Yayınları, İstanbul 1990, s. 16.
[24] Uludağ, Süleyman; İslâm Düşüncesinin Yapısı, 2. baskı, İstanbul 1985, s. 151 vd.
[25] Sühreverdi, Şihabuddin; Avarifü’l-Mearif (Gerçek Tasavvuf), İstanbul 1995, (Umran Yayınevi), s.591 vd.
[26] Akıl kelimesinin Kur’anda kimi yerlerde “ruh” manasında kullanıldığı görülmektedir. Örneğin; Şura, 52
[27] Yıldırım, Ahmet; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Kaynakları, s. 116.
[28] Demirci, Mehmet, “Hakîkat-ı Muhammediyye” mad., in: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (15. Cilt), İstanbul , s. 179–180.
[29] Fetenni, Tezkiratül Mevdu’at, s.28.
[30] Aclûnî, Muhammed; Keşfu’l-Hafa, c.1, s.309.
[31] Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, c.1, s.309.
[32] Nesefî, Azizuddin; Tasavvufta İnsan Meselesi İnsan-ı Kâmil, s. 101,103
[33] Uludağ, “akıl”, s.247.
[34] Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, s. 271-272
[35] Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Târikatlar, s.150
[36] Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Kaynakları, s. 119, 120.
[37] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi; Hak Dini Kur’ân Dili, Yenda Yayın- Dağıtım, c. I, s. 566
[38] Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, c.1, s.461-462.
[39]Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası