Hizmet Anlayışımız-2
Hizmet Anlayışı ve Hizmet Alanı Sorunu:
Hizmet denilince akla ilk olarak kişinin Allah (cc) için, din uğruna var gücüyle çalışması gelmektedir. Tüm emek ve mesaisini Allah (cc) rızası için Kur’an okutmaya ayıran, bir şeyhin yanında onun işine gücüne yardımcı olan veya cemaatin dini işleriyle meşgul olan kişilerin yaptıkları şeyler gibi. Ancak hizmet kavramı bu kadar basit ve kısır anlaşılmamalıdır. İnsanın nerede kullanıldığı önemlidir. Kişinin istidadı, kabiliyeti ve insanlığın ihtiyacı hizmette önem arz eder. Kişinin neye istidadı varsa o yol Cenâb-ı Hak tarafından o insana açılmaktadır. Cenâb-ı Hakkın insana bahşettiği meziyet ve kabiliyetleri yine O’nun (cc) rızası doğrultusunda insanlığın faydasına sunması işine genel olarak “hizmet” denilmektedir. Bu maksatlarla yapılan hizmet Hakka atılmış bir adım olarak değerlendirilecek ve bundan sonra Cenâb-ı Haktan belki bire sayısız adımla karşılık görecektir. Böylelikle Hakkın arzu ettiği noktaya doğru bir gidiş olacak ve o noktada bir buluşma bir manevi alışveriş gerçekleşecektir.
Bu sebeple kişiye Cenâb-ı Hak tarafından vazife olarak ne verildiği kuşkusuz önemlidir. Ancak verilen vazifenin mahiyeti kadar o vazifenin istenen gibi içinin doldurularak yapılması da vazife kadar önemlidir. Mekke’de, Kâbe’de hacılara su dağıtmakla görevlendirilen kişi ile hiç bilinmeyen bir yerde Cenâb-ı Hakkın takdir ettiği bir işin yapılması arasında fark yoktur. Önemli olan vazifeye değil verene bakabilmek, vazifeyle ne murâd edildiğini anlayabilmek ve verilen vazifeyi layıkı veçhile yapabilmektir. Kâbe’de su dağıtan kişi, bu işle ne murâd edildiğini anlamış mı? Kendisiyle ne tür alışveriş yapılmak isteniyor bu bilinmiş mi? Bu biliş ve anlayış olmadıktan sonra ha Mekke’de durmuşsun ha tekkede ne fayda.
Bugün hizmet anlayışının ve hizmet alanlarının çok kısırlaştırıldığını görmekteyiz. Bu durum insanlık için önemli tehlikelerden birisidir. İlim denilince ayet, hadis, tefsir, fıkıh gibi dini ilimler akla gelmektedir. Hizmet denilince de Kur’an okumak, okutturmak; camiye cemaate, hatmeye, sohbete koşmak algılanmaktadır. Bunlar elbette kişinin gelişimi için önemli faaliyetlerdir. Ancak hizmet salt bu tür faaliyetler için çaba sarf etmek olarak algılandığında hem hizmet alanlarında bir daralma hem de bu faaliyetler içerisinde bulunan kişilerin ufuklarında bir kısırlık görülmektedir. Osmanlının son dönemlerinde, dini ilimler ile dünyevi ilimler birbirinden iyice ayrılmıştı. Tekkeye dünyevi ilimler sokulmaz olmuştu. Dünyevi ilimlerin tahsil edildiği yerlerde de dini ilimler yoktu. Bu ayrım had safhaya geldiğinde ne oldu biliyor musunuz? Cenâb-ı Hak, toptan cezalandırdı. Ne medrese ne tekke hiçbirisi kalmadı, tümü kapatıldı. Biz belki tekke ve zaviyelerin devlet veya din düşmanları tarafından kapatıldığını zannediyoruz. Oysa durum asliyette bizim bildiğimiz gibi değil. Dini ilimlerin tahsil edildiği tekkede, diğer ilimler küçümsendi, anlaşılamadı. Bunlarla meşgul olanlar dışlandı, dünya peşinde sanıldı. Din ile dünya birleştirilemedi, insanlığa yol olacak adımlar atılamadı. Sonuçta fatura yaş kuru denilmeden tüm insanlara kesildi.
Bu meseleyle ilgili Hâcegân yolunun büyüklerinden bir hak dostuyla yaşadığımız bir olayı aktarmak istiyorum. Bir gün İstanbul’un Eyüp ilçesinde metfun Küçük Hüseyin Efendi (ks) isminde bir Allah (cc) dostunun kabrini birlikte ziyarete gitmiştik. Küçük Hüseyin Efendinin (ks) hizmetlerinden bahis açıldı. Cenâb-ı Hakla olan hususi ilişkilerinden bahsediliyordu. Ayrıca Osmanlının son dönemleri ve cumhuriyetin ilk yılları anlatılıyordu. “Küçük Hüseyin Efendinin Cenâb-ı Hak nazarında öyle itibarı vardı ki ne istese Cenâb-ı Hak iki etmezdi” diye buyurulunca hayatım boyunca iyi ki sormuşum dediğim sorularımdan birisini araya sıkıştırmıştım.
“Efendim, madem Küçük Hüseyin Efendi (ks) bu kadar Hakkın yanında hatırlı birisi, o dönemde tekkelerin, hilafetin ve birçok dini iş ve hizmetlerin kaldırılışına neden seyirci kaldı?” Dedim.
Cevaben; “tekkelere kilidi küçük Hüseyin Efendinin bizzat kendisi vurdu” buyurdular. Nasıl olur da tekkeler, bir şeyh tarafından kapatılır diye içimizden sorular bitmek bilmedi. Ancak bu sorumuz epeyce uzun bir sohbete kapı açmıştı. Tüm sorularımıza cevaplar almıştık. Bu sohbete burada girmeyeceğim ancak özetle tekkelerde Cenâb-ı Hakkın kendisi yoktu. Oralara Allah’ın (cc) bahsi yerine dedikodu, gıybet girdi, cehalet girdi. İnsanlığa yol olabilecek fikir ve ameller kalktı. Kısır çekişmeler ve rızaya muhalif işler çoğaldı. Küçük Hüseyin Efendi (ks), bu durumu zaten görüyordu ve tekkeleri terk etmişti. Kapısına manevi kilidi, zamanın büyüğü Küçük Hüseyin Efendi (ks) zaten vurmuştu. Zahir kilidi de Allah’ın emriyle zamanın görevli zabıtası vurdu, buyurdular.
Bunlardan niçin bahsediyoruz? Çünkü bugün de aynı tehlikenin varlığı söz konusudur. Hizmet deyince hâlâ mezkûr hastalıklı anlayışların yer yer hâkim olduğu, bu kısır anlayışta ısrar edenlerin gün be gün eridikleri, kalan bir avuç insanın da daha radikalleştikleri, şekil ve şemaile düştükleri, bu kısır anlayışı yıkıp ufuk açan grup veya cemaatlerin, insanlığın umudu olduğu, eksik ve kusurlarına rağmen Cenâb-ı Hakkın desteğinin onların yanında olduğunu görmekteyiz. Yine bugüne baktığımızda cami ve cemaat köşelerine sıkışan, ne olduğu belli olmayan ama din adamı kisvesine bürünen kimi zevatın, hizmetlerini genişletmek adına her tür güç odaklarıyla ilişkiye girdikleri ve bu yolla makam, mevki veya menfaat ele geçirmeye çalıştıkları veya bu işbirlikleri sayesinde menfaat kulübü haline geldikleri görülmektedir. Bugünün hastalıklı bir diğer hizmet şeklinin ise ev ile cami veya cemaat evi arasına sıkışan hizmetlerin, sosyal mecra illüzyonu üzerinden, beğeni hastalığına duçar bir şekilde, yapılıyormuş gibi görünerek, sanal iş ve işlemlere girişildiğine şahit olmaktayız. Biz bu tür din adamı ve hizmet anlayışlarına karşıyız.
Hizmet anlayışında alan sorunlarından bir diğeri de kâmil insanın tekkede, cami veya cemaat binasında olur anlayışıdır. Kâmil insanın camisi, tekkesi, kışlası, dairesi olmaz. Öğretmen ise bulunduğu yerde, asker ise kışlasında, memursa dairesinde hem kendi noksanlarıyla uğraşır, hem de çevresindeki insanlarla ilişki kurarak Hakka ve hakikate ayna olur. Tıpkı Hâcegân yolunun, subay olan imam Efendisi (ks)(Osman Bedreddin Erzurumi), hakimlik yapan Mustafa Tâki Efendisi (ks), öğretmenlik yapan Musa Kazım Efendisi (ks), çömlekçilik yapan Emir Külali (ks), İnşaat ustası olan Abdullahi Nehri (ks) gibi. Herkes işi gücü bırakıp tekke hizmetine girmeli orada yetişmeli şeklinde bir anlayış kısır bir anlayıştır. Osmanlının son dönem tekkelerinin anlayışıdır. Ve neticesi hüsrandır.
Haşa ki Cenâb-ı Hak bu dünyadan el çekmiştir. Her şey onun iradesi ile gerçekleşmektedir. Bir Allah (cc) dostu buyurmuştu. Bir belediyeye çöpçü alınacaksa bu husus özel olarak Cenâb-ı Hakkın iradesi ve izniyle tüm dosyalar incelenerek alınmaktadır. Bizim alt seviye diye gördüğümüz bir çöpçü için bile Cenâb-ı Hakkın müthiş ihtimamı var. Ya diğer zahir görevleri bir düşünün. Buralar tesadüfen mi oluşturuluyor. Elbette tesadüf değil. Buralara tesadüf gözüyle bakan, buralarda Cenâb-ı Hakkın parmağını görmeyen kaybeder. Biz bilemediğimiz gibi Cenâb-ı Hakkın iradesi de böyle diyemiyoruz. Öyleyse zahirin kim tarafından ve hangi hikmetle dizayn edildiği unutulmamalı. Bu sebeple Cenâb-ı Hakkın işlerine karışmak ve habire kuru kuruya eleştiri yapmak yerine gerçek rıza için kapsam alanımıza bakarak neler yapabilirinizin derdine düşülmelidir. Her alanın sahibinin Allah (cc) olduğu ve her işini bir hikmete tabi olarak yürüttüğü, herkesin bir imtihan içerisinde olduğu unutulmamalı ve had (sınır) bilinmelidir. Hizmet ve faaliyetler bu anlayış dairesinde icra edilmelidir.
Bir Şeyhin Rüyası
Bir şeyhin rüyası isimli ilginç yaşanmış bir hatıratı anlatan kitabı bir ev sohbetinde mütalaa ediyorduk. Kitap, ismi gibi bir şeyhin rüyasını anlatmaktaydı. Osmanlının yıkılışı ve Cumhuriyetin ilk dönemlerinden bahsedilmekteydi. Bu dönemde yaşanılan sıkıntılar aktarılmaktaydı. Kötü gidişata dur demek isteyen bir şeyhin rüyası kitabın konusunu oluşturmaktaydı. Bu şeyh, zamanında yaşayan tüm Âlim ve Meşayıhı özel bir mekâna, memleketin kötü gidişatına dur denilmek maksadıyla davet eder. Toplantının amacı açıklanır. Kimin Allah (cc) nazarında ne nazı varsa eller açılacak, dua edilecek ve özellikle lider konumundaki bazı azgın kişilere karşı Cenâb-ı Hakkın “Kahhar” ismi şerifiyle kahrı istenecek ve bu kötü gidişata dur denmek istenecektir. Bu işleri organize eden şeyh, imam tayin edilir. Dualar, zikirler, yakarışlar, ağlayışlar başlar. Gece geç saatlere kadar Cenâb-ı Hakka niyaz edilir. Bu organizeyi yapan şeyhte yorgunluğun da etkisiyle kısa bir uyku hali olur ve bir rüya görür. Rüyasında tüm dünya taksim edilmektedir. Bu taksimatı Cenâb-ı Peygamber (sav) yapmaktadır. Sıra Türkiye’ye gelir, şeyh efendi heyecanlanır ve bu taksimatta Türkiye’nin kendilerine verileceğini bekler. Ancak Peygamber Efendimiz (sav) Trakya tarafında duran ve sırtı kendisine dönük Mustafa Kemal isimli bir askere Türkiye’yi teslim eder. Türkiye yeşillik içerisindedir ancak etrafı yarım duvarla örülü ve ateş çemberi içerisindedir. Şeyh efendi uyanır uyanmaz bu rüyayı tüm Âlim ve Allah (cc) dostlarına anlatır. İttifakla Osmanlının yıkılışı ve yeni Türkiye’nin kuruluşunun Allah’ın (cc) izni ve Efendimizin (sav) emriyle olduğu kanaatine varılır. Bu gidişatın aksine yapılacak bir şeyin olmadığı anlaşılır ve tüm dua ve yakarıştan vazgeçilir. Olan olmuş, karar alınmış, ümmete bir ceza kesilmiştir. Bu cezadan doğan hayır ise yeni bir Devletin zuhuruna müsaade edilmesidir.
Bu rüya ve olanlar o dönemde yaşanmış gerçeklerdir. Bu yaşanan olaylardan çıkarılacak çok dersler vardır. Allah (cc) kimsenin tekelinde değildir. Allah kimseye mecbur, mahkûm değildir. İşini herkesle görür. Siz gereğini, rızaya uygununu yapmaz iseniz, imtihan gereği adetullah cereyan eder. Allah (cc) içimizdeki ahmaklar yüzünden bizi cezalandırmasın demekten başka gönlümüze bir şey gelmiyor…
Öncelikle işi tersine döndürecek hareket, celalinden cemaline kaçmak. Onun dostları mesabesindeki Hakkın avukatlarından tiyo almak. İlahi şaşmaz mahkemeye düşmeden önce muhakeme olmak. Celaline mazhar olacak iş ve işlemlerden uzak durmak, zamanın cemale müstahak amelini veya zamanın hastalıklarını iyi tespit etmek. Duruma göre harekete geçmek elzemdir. Bugün birçok hizmet alanları Cenabı Hakkın celalini üzerimize çekecek bir çok muzır iş ve işlemlerle veya muzır adamlarla doludur. Bu durumun sebepleri iyi irdelenmeli ve bir daha aynı hatalara düşülmemelidir. Ehil olmayan kişiler tarafından doldurulan hizmet alanlarına geçiş için ciddi gayret ve mücadele gerekmektedir. Yoksa cami ve cemaat evlerinde oturarak Hakka niyazla bir şey değişmemektedir. Hizmet alanları hak edilmelidir. Ciddi gayretler ve terler dökülmelidir. Cenâb-ı Hakkın bu ciddi gayret ve çalışma sonucu verdiği hizmet alanı yerli yerinde kullanılmalıdır. Bu hizmet alanı, idari görevler olabileceği gibi belki bir polislik mesleği şeklinde zuhur edebilir ve bir hırsızın kovalanması görevi kendisine verilmiş olabilir. Bugün rahat köşemizde tesbihimizi çekiyorsak birçok dini kolaylıklar varsa ibadet aşkı ile vazifesini doğru yapan insanlar sayesinde olduğu unutulmamalıdır. Biz hırsız kovalamayı hizmet olarak görmediğimiz vakit birileri buralara geçerek hırsız yerine bizleri kovalayıp evlerimize mahkûm etmişlerdi, unutmayalım.
Hâcegânın büyüklerinden Ali Haydar Efendinin, Adnan Menderes için sarf ettiği ve hizmet anlayışını ortaya koyması bakımından çok önemli gördüğümüz sözlerinden bahsetmek istiyoruz. Ali Haydar efendi; Menderesin o zamanki mecliste Allah için sarf ettiği küçük bir gayretin bile kendilerinin sabahlara kadar ki ibadetlerinden, zikirlerinden veya yüzlerce cami ve cemaat hizmetlerinizden daha üstün olduğunu belirterek bugün her arapça okunan ezanın sevabından hisseyab olduğunu ifade etmişlerdir.
Bu örneklerden hareketle, çoğumuzda yer alan mevcut kısır hizmet anlayışı terk edilmelidir. Dini ile dünyasını ayıran değil birleyen hizmet anlayışına ihtiyaç vardır. Allah (cc) yalnızca camide ve tekkede anlayışıyla Allah’ımızı ve Peygamberimizi camiye ve tekkeye hapsettiğimizin farkında mıyız? Kendimiz tekke civarında oturmakla kurtulmuş, diğer insanları helak olmuş tarzı anlayışsızlığımızın farkında mıyız?
Hizmet anlayışındaki maksat, rıza-ı ilahinin tahsilidir. Kişi bu rızayı ötelerin ötesinde, sanal âlemlerde değil de zahirde önüne konan hayat sahasında aramalıdır. Cenâb-ı Hak, zahirde ne görev vermiş ise o görevi Hakkın rızası doğrultusunda var gücüyle, ibadet aşkıyla ve kendi rahatını kardeşinin rahatına tercih ederek yapmalıdır. Verilen vazifenin ne olduğunun önemi yoktur. Bu annelik, babalık, evlatlık gibi ailevi vazifeler olabileceği gibi susuz köpeğe su verilmesi veya son yaşadığımız Kahramanmaraş depreminde yaraların sarılması işine koşulması şeklinde cereyan eden sosyal bir rol de olabilir. Yine kişinin iş meşguliyeti şeklinde tezahür eden çöpçülük olacağı gibi esnaflık, polislik, öğretmenlik, kaymakamlık da olabilir. Her insan kendi hayat sahasında icra ettiği rolünün fıkhını, başkalarından daha iyi bilmelidir. Bu sebeple kalbinde rıza konusunda tam bir sabitlik olmalı ve başkalarının indi değerlendirmelerine geçit vermemelidir. Tek korkusu olmalıdır, oda Hakkı hoşnut edememe korkusu.
Sonuç olarak kendisini iki yönde teçhiz etmiş, hem dine, hem de dünyaya vakıf, hem dinin, hem de dünyanın içinde yaşayan “zülcenaheyn” diye tabir edilen “çift kanatlı-çift yönlü” insanlara ihtiyaç vardır. Dini bilmeyen zahir güç, ya dini reddederek dinin emirlerine muhalefet etmekte veya dine tabi oluyorum diye gerçek dinden bihaber din adamlarının oyuncağı haline gelmektedir. Bu iki durum bugünün çok ciddi sorunlarından birisidir. Birçok meselenin çözümü burada yatmaktadır. Dünyayı bilmeyen din adamları ve dini bilmeyen dünya adamları. Din adamlarında dünya eksik, dünya adamlarında da din eksik…
Bugün hizmet adına yapılacak en önemli iş; kendisini iki yönde geliştirmiş, hem dine, hem de dünyaya vakıf, hem dinin, hem de dünyanın içinde yaşayan “zülcenaheyn” diye tabir edilen “çift kanatlı-çift yönlü” nakısiyeti sebebiyle başkaları önünde eğilme ihtiyacı hissetmeyen gerçek Allah (cc) adamları yetiştirmektir. Bu Allah (cc) adamları hem kendi alanının en iyi bileni, hem de Allah’ı (cc) en iyi bilen olmalıdır. Hakkı iyi bilen işçi, Hakkı iyi bilen çöpçü, Hakkı iyi bilen esnaf veya idareci misali.
İşte Hâcegân Vakfı bu ilkeler doğrultusunda hizmet anlayışına sahip bir ocak gibidir. Vatanı ve milletine âşık, kendi öz değerleriyle çatışmayan yeni Türkiye’nin donanımlı ve özgüvenli nesillerinin yetiştirilmesine katkıda bulunma gayreti içerisindedir. Tüm gruplara eşit mesafededir. Organik hiçbir grupla bağlantısı olmamasına rağmen tüm grupları ortak değerler çatısı altında bir olmaya çağıran misyona sahiptir. Bu fikriyat İslam’ın üst çatısıdır, özüdür. Tüm insanlığı bağrına basacak kapasiteye sahiptir.
Tıpkı, Hâce Ahmet Yesevi, Hâce Abdulhalık Gucdüvani, Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram Veli fikriyatı gibi.
Hâce-i Hâcegân [1]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası