9.2. ZÜHD SAHİBİ OLMAK (2.Bölüm)
e. Zühdde Bulunan Hassas Denge
Zühd denilince hemen akla fakirlik gelmektedir. Hani maldan mülkten vazgeçmek, dünyadan el etek çekmek gibi. Zühd, böyle anlaşıldığı için bugün dünyadaki ve ülkemizdeki idare hayatında İslâmın ve müslümanların tam olarak söz sahibi olmadığını görmekteyiz.
Zühdde bulunan hassas dengenin oluşumu için Kâinatın Efendisinin ﷺ zaman zaman yaptığı balans ayarları vardır. Bu ayarlar aktarılmadan zühddeki bu denge iyi anlaşılamayacaktır. Sahabeden bazıları zühdü yaşamak için dünyadan el etek çekip, tamamen kendilerini dine ve ahirete vermek istediler. Dünyada hiçbir işle meşgul olmadılar. İş yapmadıkları gibi evlerine dahi gitmediler. Sürekli mescidde kendilerini ibadete verdiler. Kendilerine sorulduğunda yaptıklarının zühd olduğunu savundular. Bu sahabelerin hallerini gören Efendimiz ﷺ ; “Vucûdunun, nefsinin, hanımının, çocuğunun, arkadaşının ve Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver.[1] ” buyurarak dengeli bir hayat sürmelerini emretmişlerdir. Ayrıca Allâh’tan en çok kendisinin korktuğunu, buna rağmen onların düşündüğü gibi bir hayâtı yaşamadığını hatırlatarak bu tarz yaşamı tasvip etmediklerini, müslümanın dünyâdan el etek çekmesinin uygun olmadığını, dâimî bir iş ve hizmet içinde bulunması gerektiğini belirtmişlerdir. Zaten Efendimizin ﷺ bizzat kendilerinin ticaretle meşgul olması, bunun yanında dünyevi diğer meselere de ilgisiz kalmayarak gerek siyasi, gerek ekonomik ve askeri alandaki faaliyetleri tüm ümmete örnektir. Zühdleri bu gibi işlerine mani olmadığı gibi dünya işlerinde de hep Hakkın rızasına uygun davranarak örnek bir insanın nasıl olacağı bizlere gösterilmiştir.
Allâh Resûlü’nün sâde, mütevâzi ve hatta yoksul bir hayâtı tercih etmesinin hikmetini iyi anlamak gerekir. Her şeyden evvel Resûl-i Ekrem ﷺ Efendimiz, şahsî hayâtında fakirliği tercih etmiş, eline geçen her şeyi dâvası ve ümmeti için cömertçe harcamıştır. Ayrıca onun zâhidâne hayâtı, toplum içerisinde hem zengin, hem de fakir insanlar için örnek teşkil etmiştir. Zîrâ zengin, varlık içerisinde nasıl zühd hayâtı yaşayacağını; fakir de yokluk ve imkânsızlıklara karşı nasıl sabır ve tahammül göstereceğini ondan öğrenecektir. Kaldı ki Efendimizin ﷺ; “Unutturan fakirlikle birlikte azdıran zenginlikten[2]” ümmetini sakındırması, yine “Asıl zenginliğin mal çokluğu ile değil de gönül zenginliği ile olduğunu”[3] belirten ifadeleri unutulmamalıdır. Duâlarında “Zenginlik ve fakirlik fitnesinin şerrinden Allâh’a sığınması [4]”mutlak anlamda fakirlik veya zenginliğin hayır ya da şer olmadığını göstermektedir.
Fakirlik veya zenginlik kişilerin konumlarına göre değerlendirilmelidir. Zîrâ İslâm tarihinde fukarâ-i sabirînle (sabır ehli fakirler), berâber ağniyâ-i şakirînden de (şükür ehli zenginler) övgüyle bahsedilmiştir. Demek ki övülen şey zenginlik veya fakirlik değildir. Fakir bir kişinin vereceği çok cüz’i bir sadaka neticesinde duyduğu haz ile zengin kişinin aynı miktarı vermesi neticesinde duyduğu haz farklı olacaktır. Fakir candan vereceği için miktar az da olsa duyulan haz yüksek olacak ancak nefsin direnci de bir o kadar güçlü olacaktır. Fakir kişinin bu malı verdiğinde kendisinde oluşan zühdü, zengin kişinin yakalaması için verilen miktarın “can yakacak” kadar çok olması gerekecektir.
Demek ki zahidliğin, fakirlik veya zenginlikle ilgisi yoktur. Kişi fakirliği veya zenginliği kendisine vereni görüp ona rıza gösterebiliyor mu? Bunların hepsi senden Ya Rabbi, diyebiliyor mu? Yani kendi elinde olana değilde Allah’ın (cc) elinde olana mı güveniyor. Zenginlikte şımarıyor mu? Yoksa fakirliğine üzülüyor mu? Buna bakılmalıdır. Zühdle ilgili ayeti kerime ve hadisi şerifte yer alan püf nokta burasıdır. Kişi Allah’ın (cc) elinde olana güveniyorsa bu sefer fakirliğin veya zenginliğin hiçbir önemi olmayacaktır. Kişinin gözünde varlıkla yokluk eşit olacaktır. Fakir, fakirliği için üzgünse ve geçim ve rızık endişesi taşıyorsa bu sefer Allah’a (cc) güvende zafiyet var demektir. Zengin malı ile şımarıksa, mala güveniyor ise bu sefer bu zenginlikte bir zafiyet vardır. Bugünlerde sıkça gündemde olan deprem ve doğal afetler hepimizin malumu. Dünyanın en zengini bile olsanız bir deprem veya tabi afet sonrası her şeyinizi kaybedebilirsiniz. Bir anda tüm zenginlik gidebilir. Hakkın elindekine güvenmek lazım arkadaşlar. İster devlet olsun, ister kişi olsun, varlığa veya yokluğa değil de Hakka güven tam olmalıdır. Bu duruma en güzel örnek yine Eyüp Aleyhisselamdır. Eyüp Aleyhisselamın tüm malları, evlatları ve sağlığı kaybolmasına rağmen yalnızca ve yalnızca Allah’ın (cc) elinde olana güvendi ve neticede kazandı. Cenâb-ı Hak tüm mal varlığını ve çocuklarını geri verdi. Bu sefer Eyüp Aleyhisselam yine Hakkın verdiği mal ve mülke güvenmeyip Hakka teslimiyet gösterdi. Bu teslimiyet Cenâb-ı Hak tarafından beğenildi ve bu durumu Kur’an-ı keriminde zikrederek tüm insanlığa örnek gösterdi.
Zühdde, Allah’ın (cc) elinde olana güvenmek meselesi nefs ve feda (terk) ile yakından bağlantılıdır. İnsanın kendi elinde olana değil de Allah’ın (cc) elinde olana güvene itiraz eden yegâne varlık nefsidir. Kişi nefse muhalefette güçlü olduğu oranda zühdü de güçlü olacak ve o oranda Hakka güveni de artacaktır. Bu sebeple Hakkın elindekine güvenin belli başlı işaretleri vardır. Kişi zengin ise zenginliğini dini uğruna kullanabilmiş mi? ona bakılır. Yine kişi fakir ise fakirliğine rağmen sabredebilmiş mi? Bunu haktan bilmiş mi? buna bakılır.
Nefse muhalefette zenginlik veya fakirlik arasında fark yoktur demiştik. Fakirin de zenginin de nefsi aynıdır. Örneğin bir milyon lirası olan zenginin, paranın yarısını hayra kullandığını veya iki gömleği olan fakirin gömleklerden birisini daha yoksul birisiyle paylaştığını düşünelim. Bu örneklerde nefsin kişilere karşı gösterdiği direnç aynı olacaktır. Zengine; “Bu kadar parayı vermene ne gerek vardı. Sen sadece zekâtı versen yeterdi. Bu parayla şöyle iş yapardın, çok kazanırdın, sonra daha çok hayır yapardın vs. vs”. Fakirin nefsi de; “Sen zaten fakirsin, senden fakiri yok. Bak tek gömleğin kaldı. Ya üzerine bir şey dökülürse ne yaparsın. Üstüne giyemez isen camiye gidemezsin hayır işleyemezsin vs.” diyecektir. Örnekte her iki insanın nefsinin kişiye uyguladığı muhalefet aynı şiddettedir. Bahsi geçen şeylerin parasal değerleri farklı olsa da kişilerin nefsi aynıdır. Aynı olan nefse kim muhalefet etmişse o kazanmıştır. Kim Allah’ın (cc) elinde olana güvenmişse o kazanmıştır. Allah (cc) için terkin sayısı ne kadar çoksa zühdde o kadar çok yaşanmış olacaktır.
İmamı Gazali hazretleri zühd ile ilgili olarak yaşadığı bir olayı anlatarak gerçek zühdün ve zahitliğin püf noktalarını bizlere aktarmışlardır. Zatın birisinin İbni Mübarek isimli birisine; “Ey zahid!” diye seslenmesi üzerine İbni Mübarek’in bu zaata; “Zahid Ömer bin Abdulazizdir (8. Emevi hükümdarı). Zira dünya ister istemez kendisine geldiği halde dünyayı terketti. Ben ise hangi şey hakkında (terk) zahidlik yaptım ki?” diye cevap verdiğini duyunca cevabın hoşuna gittiğini belirterek gerçek zühdün Allah (cc) için terkedilen şeyler oranında olabileceğini, terk edecek malın, şanın şöhretin vesairen yoksa nasıl zahid olunabilir, şeklindeki sorusuyla da zühd konusunda önemli bir hususa dikkat çekmek istemişlerdir.
Zühdde, “hakkın elinde olana kendi elinde olandan daha çok güvenmeye” en güzel örnek Hazreti Ebubekir (ra) efendimizdir. Başta da belirttiğimiz üzere Ebubekir efendimiz çok zengin olmasına rağmen zenginliği zühdüne zarar vermedi. Hatta zühdüne zühd katmasına sebep oldu. Bir gün Peygamber Efendimiz ﷺ bir sefere hazırlanırken hutbede, İslâm ordusunu sefere hazırlayamadığını, ümmetin çok fakir olduğunu, Allah (cc) için İslâm ordusuna yardım edecek var mı? Diye buyurduğunda, Hz.Ebubekir efendimiz (ra) hiç tereddüt etmeden ayağa kalkarak;
“Benden tüm teçhizatıyla ve su kırbalarıyla birlikte yüz deve Ya Rasulallah!” dedi. Peygamber Efendimiz ﷺ çok sevindi. Hutbede, başka yardım edecek var mı? Diye sordu.
Ebubekir efendimiz yine ayağa kalktı ve “Tüm techizatı ve su kırbalarıyla birlikte yüz deve daha” dedi. Yaklaşık bin kişilik İslâm ordunun yarısı teçhiz edilememişti. Durum çok vahimdi. Bu yüzden Efendimiz ﷺ, zorlanarak üçüncü kez başka yardım edecek var mı? Diye sordu.
Ebubekir efendimiz yine ayağa kalktı ve “Tüm teçhizatıyla birlikte 100 deve daha Ya Rasulallah” dedi. Toplamda tam teçhiz 300 deve hibe etmişti. Peygamber Efendimiz ﷺ minberden çok mutlu indi ve aleni olarak; “bundan sonra yaptıkları Ebubekire zarar vermez” ifadesinde bulundu. Artık siz bu ifadeyi nasıl değerlendirirseniz değerlendirin ben buraya girmeyeceğim.
İşte gerçek zahidlik bu olsa gerek. Kitaplarda zahidlik anlatılırken dünyalığın ahiret uğruna fedasından bahsedilir. Manevi bir ticarete işaret edilir. Bir şeyin, bir şey karşılığında satılması hadisesine zühd denilir. Ortada, kutsal şeyler uğruna sattığın, ortaya koyduğun bir bedel yoksa orada doğal olarak zühd de yoktur. Kişinin feda edeceği bir şeyi yoksa nasıl zahid olunabilir ki. Allah (cc) için terk edecek malın yok. Ama ben terk etmişim zaten desen, bu terk eden gibi olmaz. Dünyalık üstün makam ve şerefe sahip olmasına rağmen bunları gönlünde silip eriterek yüzünü Allah’a (cc) dönen ile hiçbir makama sahip olmayıp ben zaten bu haldeyim diyen insan arasında farklar vardır.
Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin pazarda ciğer satması ile pazarda zaten limon satan birisinin ciğer satması arasında azim fark vardır. Birincisinde satılan nefstir. Diğerinde nefs alım satım konusu olmamıştır. Gerçek zühd için feda gereklidir. Ortada terk yoksa zühdde yoktur. Asıl terk; işte nefsin ve onun sufli isteklerinin terkidir. Gerçek zahid nefsin tüm arzu ve isteklerinden vazgeçip yönünü Hakka döndürebilendir. Ne kadar çok terk varsa o kadar çok zühd vardır.
Öyleyse Zühd “kal” (laf) ile değil “hal”(yaşantı) iledir.
Hâce-i Hâcegân [5]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Buhârî, Savm, 51, 55
[2] Tirmizî, Zühd, 3
[3] Buhârî, Rikâk, 15
[4] İbn-i Hanbel, VI, 57
[5] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası