9.1. ZÜHD SAHİBİ OLMAK (1. Bölüm)
a. Terim Tanım
Zühd; kelime anlamı olarak; ilgisiz davranmak, yüz çevirmek, rağbet etmemek gibi manalara gelmektedir. Terim olarak; dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak gibi manalarda kullanılmaktadır. Tanım olarak; “Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmek, elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmaması” şeklinde tarif edilmektedir.
b. Zühd – Takva İlişkisi
Zühd, günümüz Türkçesine takva şeklinde çevrilmiş ise de aslında takva ile zühd farklı kavramlardır. Farklı kavramlar olmasına rağmen aralarında öyle bir sıkı ilişki vardır ki bu sebeple kimi yerde zühd ve takva aynı manada kullanılmaktadır.
Takva ehline “Muttaki”, zühd ehline “Zahid” denilmektedir. Takvada Allah (cc) korkusu öne çıkarken, Zühd de daha çok dünyadan yüz çevirmek, malı, şöhreti Allah (cc) için terketmek ön plandadır. Zühd daha geniş hatta takvayı da içerisine alan üst bir kavram iken takva, zühdün özel bir halidir. Takva da zühddendir. Bu sebeple takva konusu üzerinde ayrıca durmakta yarar vardır.
Hucurat suresi 13. ayette Cenâb-ı Hak; ” اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ” , “Muhakkak ki Allah’ın indinde en çok kerim olanınız (en şerefli olanınız), (ırk ya da soy olarak değil) en çok takva sahibi olanınızdır. Muhakkak ki Allah, en iyi bilen ve haberdar olandır” buyrulmaktadır.
Cenâb-ı Hak, insanın en şereflisini, en üstününü takva esasına göre belirlemiştir. Takva genel olarak “Allah (cc) korkusu” olarak tarif edilmektedir. Bugün insanlar, haksızlık yapan birine “senin Allah (cc) korkun yok mu?” şeklinde hitapta bulunurlar. Allah (cc) korkusu genel olarak insanın her yaptığının hesap edileceği ve hesaba çekileceği düşüncesiyle dünyada hayatını idame ettirmesidir. Bu korkunun temelinde inanç vardır. İman vardır. Ahiret inancı vardır. Dünyanın gelip geçici olduğunun idraki vardır. Kolay değil, insanın her yaptığı şeyde Allah (cc) ın rızasının olup olmadığını düşünmesi. Rızaya muhalif işlerde Cenâb-ı Hakka hesabın nasıl verileceği ürpertisinin kalpte bulunması. İşte biz bu ürpertiye takva diyoruz.
Takva, kul cephesinden bakıldığında farklılıklar göstermektedir. Kişinin Allah (cc) ile olan ilişkisine göre takvanın niteliği değişmektedir. Hakka yakınlık arttıkça bu ürperti farklılaşmaktadır. Eyüp Aleyhisselam misali binbir dert ve çile içerisinde iken Cenâb-ı Hakkın kendisine her sabah hal hatır sormasına öyle alıştı ki bu sebeple ayette “messeniyeddurru -bana bir hastalık düçar oldu” dedi. Yani; Ya Rabbi! Ben senin yakınlığına alıştım. Selam sabahına alıştım. Bendeki bu zahiri hastalıklar ve dertler biter de sen benden selamı sabahı kesersen ben ne yaparım dedi. Bunun derdine düştü. Bunun hastalığına düçar oldu. Eyüp Aleyhisselamın takvası “ayrılık korkusu” oldu. Ya senin o muamelenden mahrum kalırsam ürpertisi, mahrumiyet korkusu…
Kişi Allah’a (cc) çok yakın ise, Allah’da (cc) fani olmuşsa, bu sefer kişide Allah (cc) beni cehenneme atar korkusu olmaz. Burada onun sevgisinden uzaklaşma korkusu başlar. Allah (cc) ile ilişkide uzaklık derecesine göre “takva” (korku) şekil alır. En düşük faziletlisi Allah’ın (cc) insanı cehenneme atacağı korkusuyla kulluk yapmasıdır.
Öyleyse insanı yücelten, diğer insanlardan üstün kılan şey “Cenâb-ı Hakkın sevgisinden uzaklaşma korkusu şeklinde zuhura gelen takva”dır. Buda Kur’an-ı kerimde âlimlere ait özellik olarak zikredilmiştir. Fatır suresi 28. ayette; “انَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ العُلَمَاءُ –Kulları içinde ancak Âlimler Allah’tan layıkıyla korkarlar” buyrulmaktadır. Allah’tan (cc) layıkıyla ancak Eyüp Aleyhisselam misali Peygamberler ve onun izinde giden kâmil gerçek Ulemâ korkmaktadır.
Kısaca; takva zühdden hâsıl olan şeydir. Zühdün neticesidir. Vardığı son durağıdır. Her zahid gerçek manada muttaki olamayabilir ancak her muttaki gerçek manada zahiddir. Zahidlik bugünkü manada dervişlik veya sufilik diye de adlandırılmaktadır.
c. Zahidlik-Dervişlik İlişkisi
Tasavvuf tarihi incelendiğinde Peygamber Efendimiz ﷺ zamanında tasavvuf, tarikat, şeyh, mürid, derviş gibi kişi ve kurumların olmadığı görülmektedir. Bunun sebebi Dinin daha tedvin edilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Din bir bütün olarak Peygamber Efendimizden ﷺ öğrenilmiş, ayrıca hadis, tefsir, kelam, akaid gibi bölümlere ayrılmamıştır. Sonradan İslâm âlimlerince dinin öğrenilmesinde kolaylık olsun diye bu tarz tanımlamalar yapılmıştır. Aslında din denilen şey aynı ama bu dini mubinin daha iyi anlaşılması için bölümler oluşturulmuştur.
İşte Efendimizin ﷺ etrafında kendisini tamamen dine adamış, dünyadan el etek çekmiş yalnızca ibadete ve Allah’a (cc), kulluğa adamış kimseler vardı. Bu kimseler, Peygamber Efendimiz ﷺ döneminde “Zahid” diye adlandırılmaktaydı. Bu manada en büyük zahid Efendimiz ﷺ dir. Zira nakledilen çeşitli hadisi şeriflerde Peygamber Efendimizin ﷺ zühdünden bahsedilerek, sabah yediğinde akşam yemeğinin olmadığına, kuru yerde, hasır veya benzeri şeylerde yattığına, neyi varsa İslâm ve insanlar yoluna harcadığına dair sayısız örnekler yer almaktadır. Zahidlik dünyadan yüz çevirmek, yüzü Hakka döndürmek ise bunun en güzel örneği elbetteki Peygamber Efendimiz ﷺ olacaktır.
Efendimizin ﷺ zühdüne dair örnekleri bir seferinde Hz. Ömer Efendimiz (ra) şöyle dile getirmişlerdir; “Düşman memleketleri fetholunduğunda kızı Hafsa, kendisine; “Ey Emirel mü’minin! Memleketlerin elçileri huzuruna geldiklerinde elbiselerin en yumuşağını giy, hem kendin hem de gelenlerin yemesi için nefis yemekler yapılmasını emret” dedi.
Bunun üzerine Hz.Ömer Efendimiz (ra) şöyle buyurdular: “Ey Hafsa! Kişinin halini herkesten daha iyi ailesinin bildiğini bilmez misin? O halde sen Hz.Peygamberin şu kadar sene Peygamber olarak durduğu halde gerek kendisinin, gerek aile efradının sabah yediklerinde akşam, akşam yediklerinde sabah aç kaldıklarını bilmez misin? Yine sen bilmez misin? Hz.Peygamber şu kadar sene durduğu halde ne kendisi, ne de ehli, hurmadan bile doyasıya yemediler. Bilmez misin? Hz.Peygambere birgün biraz yüksek bir tahta üzerinde yemek takdim ettiniz. Bu bile Hazreti Peygambere ağır geldi. Hz.Peygamberin beti benzi uçtu. Sonra emredip tahtayı kaldırttı. Yemeği daha alçak bir şeyin üzerine koyup yedi. Hz. Peygamberin katlanmış bir aba üzerinde yattığını bilmez misin? Bir gece sen abayı dörde katladın, O’da üzerinde uyudu. Sabahladığı zaman “bu aba yüzünden beni gece ibadetinden men ettiniz, onu daha önce ikiye katladığınız gibi ikiye katlayın, dediğini bilmez misin? Hz.Peygamberin yıkansın diye elbisesini çıkardığını, Bilal gelip namaz vaktini haber verdiği zaman elbisesini kuruyuncaya kadar beklediğini, sonra giyip namaza çıktığını bilmez misin? Hz. Peygamber için beni Züfer’den olan bir kadın bir önlük ve bir aba olarak elbise yaptı. Biri bitmeden diğerini peygambere gönderdi. Hz.Peygamber gelen elbiseye sarılarak namaza çıktı. Hazreti Peygamberin ondan başka elbisesi yoktu. İki tarafını boynuna bağlamış ve böylece namaz kılmıştı.
Hazreti Ömer Efendimiz (ra) böylece kızı Hafza’yı hıçkırıklarla ağlayıncaya kadar Hz. Peygamberimizin yaşantısından örnekleri sıraladı. Kendisi de hıçkıra hıçkıra ağladı.
Kızı Hafza’nın bize göre makul bir teklifi Hazreti Ömer efendimizin damarına dokunmuştu. İmanına dokunmuştu. Hz. Peygamber böyle yaşarken ben nasıl aksine bir davranış sergilerim diye.
Zahidlik ve zühd böyle bir şey arkadaşlar. Basit bir iki ifade değil, bir hayat nizamı. Bir tercih. Bu tercihte kişi ya onun Habibini seçer, ya da dünyayı. Ömer Efendimiz gibi birçok sahabe ve onların izinden gidenler bu zühd yolunu tercih etmişlerdir. Hicretten sonra 2. asırda zühd yoluna tasavvuf, zahidlere de sufi veya derviş denmiştir. Dervişlik Haktan gayri ne varsa yüz çevirerek Efendimizden ﷺ süzülen bu hayat nizamını yaşama gayretidir. Ancak gelip görelim ki bugünün dervişleri ve sufileri Peygamber Efendimizin ﷺ ve Hz.Ömer efendimizin bu yaşantılarının neresindeler. Hernekadar çokça sapmalar olsa da her şeyin aslına rücu edeceği gerçeği düşünüldüğünde bugün erezyona uğramış olsa bile bu dervişlik ve sufiliğin aslına döneceğinden hiç şüphe edilmemelidir. Dinin muhafazası Cenâb-ı Hakkın kudretindedir. Bu sebeple hakiki zahidler ve dervişler numune olarak her zamanda bulunacaklardır.
d. Kur’anın ve Sünnetin Zühde Bakışı
Hadid suresi 22. ve 23. ayetinde Cenâb-ı Hak; “Yeryüzünde ve insan hayatında size isabet eden hiç bir şey Bizim irademiz olmadıkça meydana gelmez. Bu Allah’a göre kolaydır; bundan hiç şüpheniz olmasın… Bu şundan dolayıdır; elinizden gidene üzülmeyesiniz ve elinize geçenle de şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenmiş şımarıkları sevmez” buyurmaktadır.
Ayeti kerime incelendiğinde doğrudan zühdle bağlantısının nasıl olduğu anlaşılamamaktadır. Ancak sahabeden Ebuzer (ra) efendimiz, ayeti kerime üzerine sual sorduğunda Peygamber Efendimiz ﷺ; ayette zühdden bahsedildiğini beyan buyurarak hem gerçek zühdün tanımını yapmış hem de daha geniş açıklamalarda bulunmuşlardır.
Ebuzer (ra) efendimiz, Hadid suresindeki bu ayetler nazil olunca Peygamber Efendimize ﷺ bir soru sorarlar. Cevaben Peygamber Efendimiz ﷺ; “Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmendir. Zira şöyle buyurulmuştur: “Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir.[1]”
Ebuzer (ra) efendimize ne kadar teşekkür etsek azdır. Bize zühdle ilgili olarak Peygamber Efendimizden çok önemli açıklamaların doğumuna vesile olmuştur. Zühdün tarifi ve hususiyeti bizlere detaylı olarak hadisi şerifle bildirilmiştir.
Ayeti kerime ve hadisi şerif birlikte değerlendirildiğinde Zühdde hassas bir dengenin olduğu görülmektedir. Dünya ve içerisindekilerden Allah (cc) için yüz çevirmek zühdün genel geçer tarifidir. Ancak buradan anlaşılması gereken, helâl olanı haram etmek, malı ziyân etmek, dünyadan vazgeçmek, onları tamamen kaldırıp atmak değildir. Bunları gönülden silmek, önceliği kendi elinde olana değil Allah’ın (cc) elindekine vermektir. Zühdde Efendimizden ﷺ sonra örnek gösterilen en önemli şahsiyetlerden biri Hz.Ebubekir efendimizdir. Ebubekir efendimiz ticaret yapan ve ticaretinde de başarılı olan zengin sahabelerden biridir. Bu zenginliği kendisini Allah’tan (cc) ve onun peygamberinden yüz çevirmesine sebep olmadı. Zira tüm varlığını Allah (cc) yoluna harcayarak zühdüne zühd kattı diyebiliriz. Buradaki ölçü Hz. Mevlana efendimizin (ks) buyurduğu; “su geminin içine girerse onu batırır, altında bulunursa onu yüzdürür” şeklindedir. Konuyla ilgili olarak Hâcegân büyükleri de “parayı cebine koy kalbine değil” buyurmuşlardır. Yani para kalpte değil de cepte olduğu sürece mesele yoktur.
Hâce-i Hâcegân [2]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Tirmizi, Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1, (4100)
[2] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası