3. 3. Anlayış-ı Sahih Olmak (3.Bölüm)
bb. Kâmil İnsan, Varisi Nebi, Gerçek Manada Âlim Anlayışı / Anlayışsızlığı
İslâm, Kur’an ve Sünnet ana temeli üzerine inşa edilmiştir. Kur’an ve Sünnetin pratiğe dökülmesi Cenâb-ı Peygamber ﷺ vasıtasıyla olmuştur. Efendimiz ﷺ İslâm diye insanlığa bahşedilen dinimizin aslında insanlığa bakan cephesinde gözükenidir. Allah’ı (cc) da, dini de, İslâmı da anlatan şahıs yine Efendimizdir ﷺ . Sahabe, anam babam sana feda olsun ya Rasulallah derken hemen akabinde hiç çekinmeden sarf ettikleri ve hadis kitaplarına da yansıyan “biz Allah’ı da, kitabı da senden öğrendik. Ya Rasulallah, sen ne dersen biz ona iman ediyoruz” ifadelerinin olduğu görülmektedir. Yine ayeti kerimede “O ﷺ ne söylerse bizden söyler hevasından hiç bir şey söylemez[1]” buyruğu da meseleyi teyit edicidir. İşte din denen şeyi, şahsında toplayan kâinatın Efendisi ﷺ, insanlığa şöyle buyurmaktadır. Din adına, İslâm adına bana Cenâb-ı Haktan ne verilmiş ise bende onu Âlimlere miras olarak bırakıyorum.
Orijinal hadis metnine bakacak olursak Cenâb-ı Peygamber ﷺ “âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasib elde etmiştir[2]” buyurmaktadır.
Hadisi şerif üzerinde biraz düşünüldüğünde akla gelen ilk soru Peygamber Efendimiz acaba niçin kendisinin mirasçıları olarak âlimleri işaret etmiştir. Âlim; bilen, ilim sahibi demek iken, Arif; Cenâb-ı Hakkı tanıyan demekti. Niçin Arifler, Cenâb-ı Hakkı tanıyanlar veya veliler, (evliya) benim mirasçım buyurmamışlar da, bu kutsal mirasın Âlimlere bırakıldığı ifade edilmiştir?
İslâm mirası niçin âlimlere bırakılmıştır?
Doğal olarak mesele buraya geldi. Haşa ki, maksadımız Efendimizi ﷺ sorgulamak değildir. Cenâb-ı Hak kime lütfederse bize eyvallah demek düşer. Demek istediğimiz bu değildir. Bu tarz sorular çoğumuzun aklına gelebildiğine göre aslında bu ve benzeri soruların altında yatan bir gerçek vardır. Oda Âlim kavramı hakkında tam bir malumatımızın olmadığı hususudur. Bu durum aynı zamanda toplumda genel olarak bilinen Âlim kavramının ne kadar dejenere olduğuna, ne kadar yıpratılarak içinin boşaltıldığına da ayrıca işaret etmektedir.
Bu sebeple Âlimin tanımı önemlidir. Mademki bugün din denilen, İslâm denilen şeyin zahir sahibi âlimlerdir, öyleyse Âlim anlayışı, dinin anlaşılması için hayati önem arz etmektedir. İnsanların Hakkı, layıkıyla anlayamamalarının sebeplerinden ilkinin Hazreti Peygamber ﷺ anlayışı/anlayışsızlığı olduğunu vurgulamıştık. İşte bugünün Müslümanlarında yer alan anlayış bozukluklarından ikincisi Hz. Peygambere ﷺ yol olan âlim anlayışında yer alan sıkıntılardır. Bugün dinin anlaşılması yolunda atılacak en önemli adımlardan birisi de “âlim” kavramının hakikatine uygun olarak yeniden tanımlanmasıdır. Bilgi teknolojilerinin çokça yaygın olduğu günümüzde istenilen bilgiye bir tık ile ulaşılabilirken, yüzlerce cilt kitabı bilene âlim denilemeyeceği açıktır.
Kur’anda Âlim Kavramı
Kur’an-ı kerimde Âlimlerle ilgili ayetler incelendiğinde doğrudan Âlim kelimesinin geçtiği ayetlerin hayli az olduğu, Âlimlerle ilgili olduğu değerlendirilen ayet sayısının yaklaşık yetmişbeş civarında olduğu görülmektedir. Âlim kelimesinin doğrudan geçtiği ayetlere bakacak olursak; Fatır suresi 28. ayette; “Kulları içinde Allah’tan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar”; Ali İmran suresi 18. ayette; “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler”, “Kasas suresi 80. ayette; “Kendilerine ilim verilenler şöyle dediler: «Yazıklar olsun size, Allah’ın mükâfatı, inanıp yararlı iş işleyenler için daha iyidir, buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz”, Ankebut suresi 43. ayette; “Biz bu örnekleri insanlara vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası bunlara akıl erdirmez”. Ankebut 49. ayette; “Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık olan ayetlerdir. Zulmetmekte olanlardan başkası, bizim ayetlerimizi inkâr etmez” buyrulmaktadır.
Cenâb-ı Hak, Kur’anı kerimde Âlimlerden bahsederken dikkat çekici bir üslupla “kendilerine ilim verilenler” şeklinde hitap etmektedir. Ayeti kerimede geçen hitapla Âlimin iki yönüne işaret edilmektedir. Âlim hem zahiri çok iyi bilmeli, bunun yanında Cenâb-ı Hakkın lütfu ve ihsanı ile verilen zahiri ilmin hakikatine de vakıf olmalıdır. Yani âlim hem zahiri, hem de batını bilmelidir. Bu sebeple kişi ne kadar ilim tahsil ederse etsin ona âlim denmesi, Kur’anın ve Sünnetin üzerinde icma ettiği özelliklerin kişiye verilmiş olması ile mümkündür. Sadece kazanmak, yani kesbîlik yetmemekte, Cenâb-ı Hakkın veya Efendimiz ﷺ tarafından bir şeylerin verilmesi üzerinde Kur’an ve Sünnetin tam bir icmaı vardır. Âlim ile ilgili olduğu değerlendirilen yetmişbeş ayeti kerime incelendiğinde ayetlerin sözbirliği ettiği bir cümleyi tekrar belirtmek isteriz. “Kendilerine ilim verilenler”. Burada “İlmi tahsil edenler” veya “ilmi öğrenenler” den bahsedilmemektedir.
Meseleyi toparlayacak olursak, Kur’anı çok iyi bilen, ezbere bilen, Âlim midir? Hayır, buna Hafız denir. Fıkhı çok iyi bilen mi? Hayır, buna Fakih denir, ekstradan kaç cilt hadisi ezbere biliyor bu Âlim mi? Hayır, buna Muhaddis denir. Rüyasında Cenâb-ı Hakkı görmüş, Hızır aleyhisselamdan almış, Âlim mi? Yine hayır, buna Veli denir. Hukuku iyi biliyor, tıbbı iyi biliyor Âlim mi? Hayır, hayır, hayır…
Öyleyse Nedir Bu Âlim?
İşte Peygambere ﷺ mirasçı olan bir insan, o pakı muhteşemin sahip olduğu her şeyin sahibi. Hadisi şerifte miras hukukunun kavramları kullanılmaktadır. Buralarda çok enteresan ipuçları bulunmaktadır. Yukarda zikrettiğimiz hadisi şerif bu yönüyle de ayrıca irdelenmesi gereklidir. Miras hukukunda geriye bırakılan miras malına malumunuz üzere tereke denir. Tereke de sahiplik ön plandadır. Murise ait ne varsa mirasçı dediğimiz kişilerin mülkiyetine geçmektedir. Aktif ve pasifiyle, alacak ve borçlarıyla “bırakılan şey” artık mirasçıya aittir. Onun malıdır. Ümmeti adına Cenâb-ı Hak ile arasında yaşananlar neyse aktifiyle pasifiyle âlime intikal etmiştir. Ve bu dem yine âlimi vasıtasıyla yaşanmaya devam edecektir. Yaşayan insanlığın istifadesi buradan olacaktır. Peygamberlik müessesesi son bulmuş ise de Efendimizden ﷺ devredilen mirasla bu manevi ilişki devam edecektir. Bu yüzden âlim aslında bizim kafamızda tahayyül ettiğimiz “bilen” veya “aydın” kavramlarının çok üstündedir. Tasavvuf büyükleri varisi nebiye yani âlime; Kâmil İnsan, Sahibuzzaman, İmam veya Hâce diye de tarif buyurmuşlardır.
Tasavvuf büyükleri Kur’an ve Sünnetin üzerinde icma ettiği hususu ön plana çıkararak kâmil insanın (âlim) yetişmesinde veraseti esas almışlardır. Kendilerine ikram edilen manevi mirası insanlarla paylaşarak dünyadan ayrılmadan önce mirasçılarını Hz. Peygamber gibi göstermişlerdir. Bu yüzden tasavvufta silsile esastır. Veraset belgesi hükmünde olan icazet meselesi üzerinde önemle durulmasındaki hikmetlerden biriside budur. Hukuki bir belge niteliği taşıyan veraset belgesinde mirasçıların tek tek gösterilmesi zorunludur. Ehli tasavvuf, bu inceliklerin hepsine riayet etmiştir. Peygamber Efendimiz ﷺ bu mirası bırakırken veraset belgesine “Âlimler” i işaretle, yine kendisine verilen ilimle ve Cenâb-ı Hakkın izniyle âlimlerin isimlerini de tek tek yazdırmışlardır. Bu manevi veraset belgesini okuyabilenler bu mirasçıları isim isim görmektedir. Bu sebeple Şah-ı Nakşibend Efendimiz “Kıyamete kadar bizim yolumuza girecek tüm insanların künyelerini sayabilirim” buyurmuşlardır. Hâcegân pirlerinin çokça zikrettiği gibi “köre ne ki köre, görenedir görene” yani gören görür, kör de ne görsün ki.
Âlim kelimesinin yıpratılmışlığından bahsetmiştik. Bu yıpratma, yarım yamalak din ilimlerini biraz tahsil etmiş “bizde yoksa başka kimsede olamaz” mantığı ile hareket eden sözde âlimler veya aydınlar tarafından yapıldığı gibi kendisini tasavvuf erbabı gören ve bugün bir enflasyonu yaşanan sözde “mürşid veya şeyh” ler tarafından da yapılmaktadır. Âlim kelimesinin hakikatinden bihaber olan kerameti kendinden menkul sözde şeyhler kendilerinden bahsedilirken bırakın âlim kelimesini, az geldiği için akla hayale gelmeyen sıfatları kullandıkları görülmektedir. Bugün en düşük şeyhin isminden bahsedilirken “Gavsıl Azam, şeyhul ekber, kutup” gibi hitaplarla başlandığına ve isminin sonuna da akıl almadık kalabalık sıfatlar eklendiğine şahit olanlarınız vardır. Bu ekler ne kadar kalabalık ise o kadar büyük bir zaat olduğu zannına varılır. Âlim, onlara göre düşüklüktür. Yine din ilimlerinin tahsil edildiği iddia edilen üniversitelerde de durum pek farklı değildir. İsminin önü ne kadar kalabalık ise o kadar âlim olduğu zannedilir. Yani bir Yrd. Doç. (yardımcı doçent)’den Âlim olmaz canım. Hele hele hiçbir sıfatı olmayan yalnızca “kul” olmaktan başka hiçbir şeyi olmayan kişiden âlim mi olur? Diye bakıldığına hiç mi şahit olmadınız?
Bugün gerçek manada Kâmil İnsan olan âlim kavramının içi başkaları tarafından doldurulduğundan insanların dini anlayabilmesi zorlaşmıştır. Bu sebeple âlim kavramı yeniden öz anlamına döndürülmelidir. Önceki bahislerde geçmişti, âlim; selim kalp ve selim akıl sahibi, meseleleri temizlenmiş kalp ortamında selim bir akılla Cenâb-ı Hakka (Kur’ana), Cenâb-ı Peygambere ﷺ (Sünnete) bizzat götürerek cevap alabilen, Hakka yakınlık kesbetmiş kişi Hakkı bilen kişi olarak tanımlanmaktaydı. Demek ki, Âlim; meselesini bizzat Cenâb-ı Peygambere ﷺ götürebilen, meselesinin çözümüne Cenâb-ı Hakkı davet eden ve Hakkın icabetiyle meselesini çözen kişi demektir. Efendimizin ﷺ mirası budur. Efendimiz de ﷺ meselelerini bizzat Cenâb-ı Hakka götürmüş ve Hakkın icabetiyle cevaplar almıştır. Bu cevaplar manzumesine, Cenâb-ı Hak ile Efendimizin ﷺ konuşmalarına biz “Kur’an” diyoruz. Öyleyse âlime bırakılan miras bu demdir. Başka bir anlatımla Cenâb-ı hak ile beraber yaşama (maiyet) sırrı da denilebilir.
Âlim zül cenaheyndir. Çift kanatlıdır. Zahir ve batın ilimler dediğimizde bunun içerisine dini ve dünyevi tüm ilimler girmektedir. Her âlim veli’dir, evliyadandır, ancak her veli (evliya) âlim olamayabilir. Âlim olmayan veliler de mevcuttur. Cenâb-ı Hakka yakınlık kesbetmiştir ancak iki kanat hükmündeki ilimler kendisine verilmemiştir. İnsanlığa yol açabilecek mirasın tamamı kendisine verilmemiş olabilir. Âlim tüm ilimlerin ve sıfatların özünü bünyesinde barındırır. İçerisinde velayet vardır, kemâlât vardır, muhaddislik, müfessirlik, abidlik, zahidlik, vs. Efendimizde ﷺ ne varsa, zahir ve mana tüm ilimlerin özü kendisine verilmiştir. Bu yüzden hadisi şerifte varisi nebi olarak Âlim işaret edilmiştir.
Konuyla ilgili hadisi şerifler incelendiğinde, Âlim’den ne anlaşılması gerektiği ve Âlimlerin toplum açısından ne kadar hayati önem taşıdığı hususlarının mukayeseyle ve sarih bir dille izah edildiği görülmektedir. Mesela bir hadisi şerifte; “Şüphesiz Allah, ilmi insanların ellerinden çekerek almaz, ilmi, âlimleri almakla alır. Âlimlerden kimse kalmayınca, insanlar cahil başlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da fetva verirler, hem kendileri saparlar, hem de onları saptırırlar.[3]” buyrulmaktadır. Benzer bir hadis; “Allah bir toplumu helak etmek iste mi o toplumdan önce âlimleri alır” şeklindedir. Başka bir hadisi şerifte Cenâb-ı Peygamber; “Âlimin Abide üstünlüğü, benim sizden en düşük derecede olanınıza olan üstünlüğüm gibidir[4]“, “Kıyamet günü Âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanıyla tartılır[5]”. Yine; “Bir kabilenin ölümü, bir âlim’in ölümünden ehvendir[6]” buyrularak Âlimin üstün özelliği konusu mukayese ile izah edilmiştir.
İslâm tarihinde ilmin kapısı olarak Hz. Ali efendimiz bilinmektedir. Yani gerçek manada kâmil insan, daha sade bir anlatımla gerçek âlim örneklerinden yalnızca birisidir. Ali efendimizin karşılaştığı bir meseleyi nasıl çözdüğüne dair tevatüren aktarılan ve İslâm tarihi kitaplarımızda geçen bir vakıayı burada sizlere nakletmek istiyoruz.
Bir hırsızlık vak’ası ile bir adam getirtilir, Hz. Ali efendimizin karşısına, bugünkü manada mahkemeye. Hz. Ali efendimiz iddiaları ve delilleri inceler. Tüm deliller zanlının aleyhinedir. İslâm kanunlarına göre cezası bellidir. Bu şahsın elinin kesilmesi gerekmektedir. Ancak Hz. Ali efendimiz kendisine verilen ilimle bu kişinin suçsuz olduğuna vukufiyet kesbeder. Ancak İslâm şeriatı zahire göre hüküm vermektedir. Bu manada Hz. Ali efendimizin yapacak bir şeyi kalmaz ve hırsızın elinin kesilmesine karar verir. Ancak hırsızın elinin kesilmesi kararının infazı sırasında kendileri de bizzat hazır bulunur. Hırsızın eli kesildikten sonra hemen müdahale ederek, bileklerden kesilen eli tekrar yerine tutturur ve tükürdüğü parmağı ile mesh ederek zanlının elini yapıştırır ve el sanki hiç kesilmemiş gibi olur. Orada Ali efendimizin sarf ettiği söz çok manidardır. “Hırsızın elinin kesilmesi şeriatın hakkıdır. Kesilen elin geri verilmesi Âlimin, ilmin hakkıdır. Zira Cenâb-ı Hak bana ihsan ettiği ilimle bu kişinin hırsız olmadığını bildirdi” buyurmuştur. İşte örnek Âlim modeli, işte örnek kâmil bir insan…
Hakiki manada kâmil insan, bu modeldeki Âlim zatlar gerçekten azdır. Hâcegân pirleri bu kişiler için “kibriti ahmer gibidir” benzetmesiyle çok kıymetli ve az olduklarına işaret ederek ama ille de bulunduklarını beyan buyurmuşladır. Elbette Hazreti Ali gibi zatlar bugün sosyal mecra kanallarında aranmamalıdır. Son zamanlarda sosyal mecralarda kelle kulak yerinde (sarık-sakal), isminin önü veya sonu kalabalık ne dediği ve ne yaptığı anlaşılamayan kişilerle karşılaşılmaktadır. İşte ilme, Âlime, dine, anlayışa zarar bu ve benzer kişiler tarafından bilerek veya bilmeyerek verilmektedir. Kibriti ahmer (kırmızı kibrit) hükmündeki kâmil zatları görenler meseleyi elbette idrak etmektedirler. Ancak unutmayalım ki bugün kâmil insan hükmünde olan Âlimleri görmeyenlerin çoğunlukta olduğu günümüzde, insanların bu sözde âlimlerden ne miras aldıkları ortadadır.
Kâmil insan, gerçek manada âlim modelinden bahsederken İmamımız Ebu Hanifeden bahsetmemek elbette mümkün değildir. İmamı Azam efendimizle, imamı Yusuf efendimiz arasında geçen bir hâdiseyi burada nakletmek istiyoruz.
İmamı Azam efendimiz ölüm döşeğinde iken imamı Yusuf’a bir şeyler mırıldanır. “Yarasa sütü insan menisine benzer” buyururlar, bu ifadeyi birkaç kez tekrarlarlar. İmam Yusuf efendimiz ölüm döşeğindeki imamı Azamın bu ifadesine bir anlam veremezler. Önce ölüm hali herhalde, akıl zayıflığı, ilgisiz bir şeyler söylüyor imamımız zannederler ama diğer taraftan da bu ifadeyi aklının bir kösesine yazarlar. İmamı Azam efendimiz vefat edince imamı Yusuf zamanın hükümdarı Harun Reşidin kadısı olurlar. Harun Reşit eşine ve ailesine düşkün bir hayat yaşamaktadır. Bir gün evine geldiğinde, eşinin yatak odasında yatağın tam da ortasında henüz kuru olmayan, taze insan menisi ile karşılaşırlar. Sultanın içine kurt düşer, bir şüphe gelir. Gelen bu şüphelerinden bir türlü kurtulamaz. Durumu eşine açar. Eşi ne kadar kendisini aldatmadığını söylese de inanmaz meseleyi zamanın kadısı imam Yusuf efendimize götürür. Mesele anlatılır anlatılmaz imamı Azam efendimizin ölüm döşeğindeki “insan menisi yarasa sütüne benzer” sözünü hatırlar. Meseleyi yerinde görmek üzere Harun Reşidin evine hep beraber giderler, imam Yusuf efendimiz, yatak odasının üstünde yer alan çatıya çıkar ve içerde yeni doğum yapmış yarasa ile karşılaşır, yarasadan sütler yerlere akmakta olup, çatı aralığından Harun Reşidin yatağına sızdığı ve damladığı tespit edilir. Olay böylelikle çözülür.
İmamı Azam efendimiz bu meseleyi Cenâb-ı Hakkın kendisine ihsan eylediği ilim ile önceden görerek çözmüştür. Bu meselenin çözümünde hangi ilimler kullanılmıştır bunun tespiti bile ciddi bir ilmi gerektirmektedir. İşte gerçek manada Kâmil İnsan, varisi Nebi, âlim veya İmam modeli budur. Bugünün âlim geçinenleri bu modelin neresindeler artık siz düşünün. İmamı Azam efendimize niçin “imamı azam” dendiği açıktır. Bu konuda Ümmetin tam bir icmaı vardır. Bu icma durduk yere oluşmamıştır.
Bu yüzden âlime; hakiki mürşidi kâmil de denmektedir. Âlim aynı zamanda sahibu zamandır. Zamanın sahibidir. Zamanı ve mekânı aşmıştır. Gerçek manada “İmam”dır, “Zamanın Hâce’si” dir. Efendimizden kalan her şeyin sahibidir. Unutulmamalıdır ki bu icmaı oluşturmuş âlimler her dönemde bulunmaktadır. Ancak bizler kimlerin peşindeyiz bir düşünelim.
Öyleyse dinin de, İslâm denen mirasın da aranması ve tâlim edilmesi gereken yer bellidir. Nasrettin Hoca misali kaybedilen anahtarlar başka yerlerde aranmamalıdır.
Cenâb-ı Hak bizleri bu anlayışsızlık hastalığından kurtarsın. Sağlam ve sahih anlayış sahibi yapsın. Bizleri gerçek manada âlim olan dostlarıyla hemhal etsin. Bizleri bu büyük insanı kâmiller hürmetine bağışlasın.
Hâce-i Hâcegân [7]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Necm, 3/4
[2] Ebu Davud, İlm 1, 3641; Tirmizi, İlm 19, 2683); İbnu Mace, Mukaddime 17, 223
[3] Buhari, İlm 34, İ’tisam 7; Müslim, İlm 13, (2573); Tirmizi, İlm 5, (2654)
[4] Tirmizi, İlm 19, 2686
[5] Suyuti, el Câmiu’s Sağir, No 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, No. 139
[6] Taberânî ve İbn Abdilberr, (Ebu Derdâ’dan)
[7] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası