11.2. TEVEKKÜL SAHİBİ OLMAK (2. Bölüm)
c. Tevekkülün İncelikleri
Tevekkülde insanlar ikiye ayrılmaktadır. Birincisi “avam” dediğimiz bizim gibi insanlar. Diğeri “Havas” dediğimiz, peygamberi zişân efendilerimiz ve onun sahih, âlim mirasçıları, Ehlullah diye tanımlanan Allah dostlarıdır. Havas derken aslında kastımız, Peygamber Efendilerimiz gibi işlerini bizzat Allah (cc) ile gören, meselesini Cenâb-ı Hakka bizzat götüren, meselenin neticesini Haktan alan kişiler kastedilmektedir. Bu kimselerin tevekkül anlayışında İbrahim Aleyhisselam misali sebeplere başvurmak sanki şirk gibi kabul edilmektedir. Bu kişiler, normal insanların başvurdukları adi sebeplere hiç başvurmazlar. Bize göre yapılması gerekeni dahi yapmazlar netice ne olursa olsun baştan o neticeye razıdırlar. Ne yapılırsa yapılsın neticenin değişmeyeceğini bilirler. Hazreti Hüseyin Efendimiz gibi.
Hâcegânın büyükleri, Hz. Hüseyin Efendimiz için, “Kerbelâ’da şehit olacağını biliyordu. Neticeyi bile bile gitti” buyururlar. Bu cephedeki insanlar vesilenin tevekküle perde olduğu gerekçesiyle bazen yeme içmeyi bile kesmişler, tedaviyi reddetmişlerdir. Her şeye Allah’u Teâlâ’nın kefil olduğunu tam bilmişler ve ona göre de yaşamışlardır. Vücudundan düşen kurdu yeniden vücuduna koyan Eyüp (as), kendisini ıssız bir çöle terk edip kumun içine gömen, günlerce kumun altında aç susuz kalmasına rağmen ölmeyen ve kalbinde Allah’a (cc) karşı tam bir güveni yaşayan ve sonra insanlar tarafından bulunan kişi gibi.
Meselenin bu cephesiyle ilgili olarak Kur’anın bize haber verdiği üç peygamberden (as) bahsetmek istiyoruz. Bu üç peygamber efendilerimizin tevekküle dair yaşadıkları ilginç olaylar tevekkülün bu cephesinin anlaşılmasında bizlere ufuk açacaktır. Bunlardan ilki İbrahim (as) ikincisi Zekeriya (as) ve üçüncüsü Yusuf (as) dır.
İbrahim Aleyhisselam, kızgın alevler karşısında ve kendisinin tam ateşe atılması sırasında Cebrail aleyhisselam gelerek “Ey İbrahim! Benden bir isteğin var mı?” diye buyurduğunda İbrahim aleyhisselamın kalbinde hiçbir endişe olmaksızın “Benim Rabbim var. O’ndan başka kimseye ihtiyacım yok. Rabbim beni görüyor. O ne murad etmişse benim kabulümdür” diyerek ortaya koyduğu tevekkül örneği Cenâb-ı Hakkın hoşuna gitmiş ve tüm insanlığa örnek olarak göstermiştir.
İkinci örneğimiz de Zekeriya (as) ile ilgilidir. Zekeriya (as) düşmanlardan kaçarken Halep’te bir ağacın yanına sığındı ve insanların kendisine zarar vermemesi için ağaca seslenerek “Ey Allah’ın mahlûku beni içine gizle!” buyurdu. Ağaç içini açarak Zekeriya aleyhisselamı gizledi. Ancak kıyafetinden küçük bir parça dışarıda kaldı. Bunun üzerine şeytan aleyhilla’ne düşmanlara Zekeriya aleyhisselamın kıyafetinin ucunu göstererek Zekeriya Aleyhisselamın yerini gösterdi. İnkârcılar Zekeriya aleyhisselamı bularak testere ile keserek şehit ettiler. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Zekeriya aleyhisselama seslenerek “Sen düşmanlarından korunmak için bana değil de bir ağaca mı güvenip sığındın” buyururlar. Rivayet ediliyor ki; Zekeriya (as) bu hatasını anlayıp testereyle kesilme anında kalbini Cenâb-ı Hakka yönelterek ve tam bir teslimiyet içinde testerenin kesilmesi sesine benzer zikir yaparak dışarıya hiçbir ses vermeden vefat etmiştir. Tasavvufta “Hizar Zikri” diye halen Zekeriya aleyhisselamın bu zikri yapılmaktadır.
Zekeriya aleyhisselamın tevekkülde düştüğü bu durum aslında bizler için rahmetin kapılarını aralamaktadır. Bu örneklerden anladığımız insanın Hakka yakınlığı oranında tevekkülün boyutlarının değiştiğidir. Bize bir ağacın dibine saklanmak normal gibi gelirken bir peygamber için bu durum Hakka güvende eksiklik gibi telakki edilmektedir. Demek ki tevekkül insanın Hakka yakınlığına göre şekil almaktadır. İnsanın Hakka yakınlığı oranında ondan tevekkül istenmektedir.
Yusuf Aleyhisselam, zindana atıldığında zindandan kurtulmak için arkadaşına kendi durumunu muhakkak krala anlatmasını ve kendisini zindandan kurtarmasını istemişti. Zindandan çıkan arkadaşı kralın yanına gitmesine rağmen Yusuf Aleyhisselamın durumunu anlatmayı unutmuştu. Ona Cenâb-ı Hak unutturmuştu. Zira Yusuf Aleyhisselamın Hakka değil de zindandan kurtulmak için bir Melike güvenmesi Cenâb-ı Hakkın gücüne gitmişti. Rivayetlere göre Yusuf Aleyhisselamın arkadaşı zindandan çıktıktan yedi yıl sonra ancak durumu krala aktarabilmiştir. Bu olay nedeniyle Cenâb-ı Hakkın onu yedi yıl daha zindanda tuttuğu rivayet edilmektedir.
Bu ve benzer hayat hikâyelerini Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerimde bizlere bildirmektedir. Bu olaylar ve olaylarda geçen kurallar bizleri bağlamamaktadır diyemeyiz. Cenâb-ı Hak ile Peygamberleri arasında geçen olaylardır ancak bu olaylardan bizlere de hisseler düşmektedir. Bu olaylardan anladığımız tevekkülde en üst derece peygamberlere aittir. Ondan sonraki dereceler Allah (cc) dostları ve Peygamber Efendimizin kâmil mirasçılarının tevekkül anlayışlarıdır. Bu bölümde zikretmeye çalıştığımız anlayış daha çok Allah (cc) dostları ve Efendimizin kâmil mirasçılarının anlayış ve halleridir. Tevekkül aslında bir anlayış değildir, hâldir. Zira Efendimiz (sav) “Çalışmak benim âdetim, Tevekkül hâlimdir” buyurmuşlardır. Tevekkül öyle bir hâldir ki insanın kemâlât yolcuğunun son duraklarından birisidir. İnsanın kemâlâtı arttıkça sebeplerin arkasındaki gerçek Halikı Zül Celali görüşü artacak ve o oranda tevekkülü de artacaktır.
Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader,
Hakk`a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder [1].
d. Sebepleri de Murad Eden Cenâb-ı Hakkın Bizzat Kendisidir.
Her şeyin bir sebep dairesinde yaratılması Cenâb-ı Hakkın kadim sünnetidir. Sebepsiz hiçbir şey yoktur. Ancak Cenâb-ı Hak insana bir şeyi murad etmiş ise onun insana nasıl gideceği konusundaki sebebi de halk eden Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisidir. Örneğin Cenâb-ı Hak insana çocuk vermeyi murad etmiş ise çocuğun meydana gelişi için lazım olan sebepleri de murad eder. Çocuğun olması yönündeki sebeplere sarılma isteğini de o insanın içine koyar. Bu sefer o insanda o takdir doğrultusunda bir arzu belirir, evlenir, eşiyle beraber olur, çocuğu da Cenâb-ı Hak böylelikle nasip eder.
Kur’an-ı Kerimde bu anlayışa paralel çokça delil bulmak mümkündür. Örneğin Tevbe Suresi 51. ayette; “De ki: Allah`ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevla’mızdır. Onun için mü’minler yalnızca Allah`a dayanıp güvensinler” buyrulmaktadır. Şimdi bu ayeti kerimeyi nasıl eğip büğeceğiz ki… Burada; “Allah (cc) size ne yazmışsa o olur, başkası olmaz, sen ne yaparsan yap onun yazdığı olur” denmektedir. Buradan açıkça bu anlaşılmaktadır. Yine bu hususu destekler birçok ayeti kerimeler ve hadisi şerifler mevcuttur. Efendimiz (sav) dünyada olacak her şey yazıldı çizildi, kalem kırıldı, mürekkep kurudu [2], mealindeki hadisi şerif’te aynı hususa işaret etmektedir. İşte bu anlayışın gereği olarak, insana Cenâb-ı Hak tarafından ne takdir edilmiş ise yine O nun kadim sünneti gereği takdir edilenler sebepler dairesinde olacaktır. Bu nedenle insan önüne gelen sebebe bu anlayışla sarılır. Meseleyi sebepten değil de Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisinden bilir.
Kur’an-ı Kerimde ismi geçen peygamberlerin hayat hikâyeleri hep aynı hakikate, aynı anlayışa işaret etmektedir. Mekke’de Hacer annemizin açlık ve susuzluktan kıvranarak çaresizce Safa ve Merve arasında koşuştururken Cenâb-ı Hakkın insanlığa bahşettiği zem zem suyunun yeryüzüne çıkış hikâyesi de meseleye güzel bir örnektir. Cenâb-ı Hak, Hacer validemize bu zemzemi doğrudan vermedi. Ayaklarını yere vurmasını istedi. Bu vurma sonucu yerden su fışkırdı. Buradan hareketle insan bu olayı, “ayaklar yere vurulduğu için toprağa bir basınç uygulandı. Zaten su da yeryüzüne yakındı o vurma sebebiyle su çıktı” diyebilir. Ancak bu ne kadar doğru olur orası tartışılır.
Yine Eyüp Aleyhisselamın mağarada hastalıklarla mücadele ettiği yıllardan bir örnek verelim. Mağarada yedinci yılında, Eyüp Aleyhisselamın tüm bedenini kurtlar sarmıştır. Etleri lime lime olmuştur. Yalnızca kan dolaşımını sağlayan damarlarla hayatta kalabildiği sırada Cenâb-ı Hak, Eyüp Aleyhisselamın kendisine olan tevekkülünün ve sabrının mükâfatı olarak; “ارْكُضْ بِرِجْلِكَ – Urkud bi riclike”, “Ey Eyüb! Ayağını yere vur[3]” diye buyurur. Eyüp Aleyhisselam da ayağını yere vurur ve vurduğu yerden su çıkar. Cenâb-ı Hak; “çıkan sudan gusleyle ve iç” diye emir buyurunca Eyüp Aleyhisselam da guslederek suyu içer ve şifa bularak tekrar sağlığına kavuşur.
Rivayete göre sağlıklı bir şekilde yüz atmış yıl daha yaşamıştır. Burada yine suyun çıkması Eyüp Aleyhisselamın ayağının yere vurması ile olmuştur. Sağlığına kavuşması o suyu içmesi ve o su ile bedenini yıkaması sonucu olmuştur. Şimdi insan dese ki; “Eyüp Aleyhisselam ayağını vurduğu için su çıktı. Bu sudan içti, bedenini yıkadı. Su ilaçlı bir suydu, bu nedenle iyileşti”. Böyle bir mantık yürütülebilir. Buna müsait bir olay. Zira Cenâb-ı Hak verdiği nimeti bir sebep dairesinde verdi. Suyun çıkışında ayağın vurulması, şifanın verilmesinde suyun kullanılması gibi. Ama işin hakikat cephesinden bakıldığında; Cenâb-ı Hak, Eyüp Aleyhisselamın sabrını denedi ve Eyüp Aleyhisselamı sabırlı bulduğunu zikretti. “Biz O`nu hakikaten sabırlı bulduk[4]”. Onun Hakka tevekkülü ve sabrı neticesinde ona mükâfat olarak şifayı ihsan etti. Burada şifayı veren de o (cc) idi. Sebepleri halk eden de O (cc).
İlkokul 4. sınıf öğrencisiydik. O zaman din kültürü ve ahlak bilgisi dersi ilkokul dördüncü sınıfta başlamıştı. Hayat bilgisi diye dersler de vardı. Bizlere yağmurun nasıl yağdığı fizik kurallarına göre anlatılmıştı. Su buharlaşınca yükselmekte bulut oluşmakta, yoğunlaşan bulutlar soğuyunca yeniden su damlacıkları haline gelip yere düşmekteydi. Örnek olarak da kaynayan çaydanlığın kapağı yukarı kaldırıldığında buharın nasıl su damlacığına dönüştüğü verilmişti. Din kültürü hocamız da yağmurun nasıl yağdığını kendi anlayışına göre anlatıyordu. “Allah (cc) isteyince melekler bulutlara emir veriyor, her bir melek yağmur damlasını yeryüzüne getiriyor” dedi. İçerde kafalar karıştı. Çocukluk işte “ama öğretmenim yağmur şöyle yağar, böyle yağar” denildiyse de o ton ton gülüşleriyle; “Bunları size kim anlattı” dedi. Bizde “Hayat bilgisi öğretmeni” dedik. Bu sefer dedi ki; siz gidip öğretmenize sorun. “Öğretmenim yağmuru Allah (cc) mı yağdırıyor. Yoksa bulutlar mı?” diye.
Meseleyi daha uzatmak istemiyorum ama hepsi aynı kapıya çıkıyor. Yapan eden kim, gözüken kim?
Bu cepheden bakıldığında aslında vesileler birer perdedir. Yapanı ve edeni gizleyen bir perde. Bu durum insan için de büyük bir nimet. İnsan her şeyi doğrudan Allah’tan (cc) bilse meseleyi nasıl karşılar bilinmez. Nimet esnasında genelde insan bunu Cenâb-ı Haktan bilmekte ama külfet ve musibet halinde durum biraz değişmektedir. İşte bu gibi durumlar nedeniyle Cenâb-ı Hak kendisini gizlemek için vesileler halk etmiştir. Her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Bu sebebe sarılmak gereklidir. Ancak bilinmelidir ki Cenâb-ı Hak insana bir şey takdir etmiş ise onun sebeplerini de halk edecektir.
e. Tevekkül Anlayışı, İnsanın Cenâb-ı Hakka Yakınlığı Oranında Değişir.
İslâm dini tevekkül konusunda bir çıta belirlemiştir. Bu çıta, asgari haddi bildirmekle birlikte orta yüksekliktedir. Dinimiz tevekkül konusunda da orta yolu tutmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) yine ümmetini düşünerek önceki peygamberlerin yaşadıkları bu hâlleri ve anlayışı daha da kolaylaştırarak orta bir yol bulmuşlardır. Ne her şeyi sebepten bilmeyi emretmiş nede sebepleri yok saymıştır. Sebeplere sarılmayı emretmiş ancak neticenin olabilirliğini Cenâb-ı Hakka havale etmeyi bizlere öğretmiştir. İslâmın kuralı böyle olmakla birlikte Hakka yakınlık kesbetmiş Allah (cc) dostlarının tevekkül konusunda değişik hallerinin olması da İslâmın dışında değildir. Kişinin Hakka yakınlığı arttıkça tevekkül çıtası da yükselmektedir. Tabir caizse nasıl ki ibadette bir işin fetvası bir de takvası var ise kişinin Cenâb-ı Hakka yakınlığı arttıkça tevekkül anlayışındaki skala da diğer peygamber efendilerimizin durumuna doğru yaklaşmaktadır.
İlmi kitaplarda konuyla ilgili bir örneği burada zikretmek istiyoruz. Bu örnekle mesele daha iyi anlaşılacaktır. Bir beyaz kâğıda bir kalem yazı yazmaktadır. Beyaz kâğıdın üzerine kalemde bulunan mürekkep yazıya dönüşmektedir. Beyaz kâğıt artık o bembeyaz halini yitirmiştir. Mürekkebe hitaben; “Ey Mürekkep! Neden benim üzerime düşüp benim tertemiz sayfamı kirletmektesin, zira ben tertemiz iken sen sebepsiz yere beni yazarak kirlettin?” der. Mürekkepte dile gelerek der ki; “Ey Kâğıt! Seni kirleten ben değilim. Görüyorsun ki beni bir kalem yazmaktadır. Benim bir iradem ve gücüm yoktur” der. Bunun üzerine Kâğıt aynı soruyu Kaleme sorar; “Ey Kalem! Neden benim üzerime yazı yazarak benim temiz sayfamı kirletmektesin” der. Kalemde dile gelerek; “Ey Kâğıt kardeş, yazının yazılması benim sebebimle gözükse de aslında bu yazının yazılmasında benim iradem ve gücüm yoktur. Beni şu ellerdeki parmaklar hareket ettirmektedir” der. Bunun üzerine Kâğıt bu sefer aynı soruyu ele sorar. Bu sefer el, şöyle bir cevap verir; “Ey Kâğıt! Sana yazıyı yazan zahirde ben gözüksem de aslında benimde bir iradem ve kudretim yoktur. Bana yazmam konusunda beyinden bir emir geldi, bende emri yerine getirdim. Zira bana insanın aklından ne emir gelirse ben onu uygularım, benim bu konuda bir ihtiyarım (tercihim) yoktur der”. Kâğıt bu sefer soruyu Akla sorar. Der ki; “Ey Akıl! Sen neden ellere emir vererek kalemle benim üzerime yazmasını emrettin?”. Bu sefer de Akıl; “Ey Kâğıt, benim tek başına emir vermem mümkün değildir. Bana kalpten bir emir geldi. Ben o emri uyguladım zira ben tek başıma karar alamam” der. Kâğıt bu sefer aynı soruyu kalbe sorar. Kalp cevaben; “Ey Kâğıt! Ben Hakkın bir aynasıyım Cenâb-ı Hak bir şeyi murad ettiği zaman bununla ilgili yapılması gerekenler bana ilham edilir. Ben de bu emri akla iletirim. Akılda gereken yerlere emri verir. Emir Cenâb-ı Hakkın bizzat kendisindendir. Yoksa benim emir verme kuvvet ve kudretim yoktur” der.
Hikâye böyle son bulur. Burada kalem tarafından bir kâğıda yazılan yazının serüveni anlatılmaktadır. Zahirde yazı kalem tarafından yazılmış gözükmektedir. Kalemi de zahir bir el ve zahir bir insan tutmaktadır. Aslında yazının yazılması bizzat Cenâb-ı Hak tarafından takdir edilmiştir. Bu takdirin gerçekleşmesi için gereken fiillerin nasıl yaratıldığı hikâyede anlatılmaktadır. Yani bir şeyin oluşumu takdir ise onun oluşumunu gerektiren sebepler de Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmaktadır. Sebeplerin oluşumunda da Cenâb-ı Hakkın emri vardır. Yazının yazdırılması için önce insanın içerisine yazma isteği verilmekte, gönle o istek düşmektedir. O istek doğrultusunda diğer azalar çalışmaktadır. Buradan hareketle insana bir şey murad edilmiş ise o murad edilen şeyin ele geçmesi için yapılması gereken eylem de insanın içine, kalbine düşmektedir. Allah (cc) insana bir dünyalık nasip edecekse o dünyalığın kazanılması için gereken eylemin yapılması, insanın içine düşmektedir. İnsan o eylemi yapmakta ve dünyalık malı kazanmaktadır. Zahirde bakıldığında insanın bir malı kazanması o eyleme bağlı gibi gözükmektedir. Oysa malı da veren O (cc) dur, sebebi de veren O (cc).
Bu nedenle sebeplere sarılmak gereklidir. İnsan, özüne düşenler doğrultusunda sebeplere sarılmalıdır. Gönle düşen şeyler de Cenâb-ı Hakk’tan bilinmelidir. Bu anlayışa sahip insanlar kalbi ve insanı çok iyi bildikleri için şeytanın veya nefsin kalbe düşürdüğü vesvese ve diğer şehevi istekleri tanırlar ve o konuda hemen muhalefet ederler. Efendimizin zikrettiği hadisi şerifte olduğu gibi “çalışmak âdetim, tevekkül halimdir” anlayışıyla yapılması gereken ne varsa Cenâb-ı Hakkın muradı o yapılanın içindeymiş gibi sebeplere sarılınır. Ancak iş neticeye kalınca neticenin takdirine karışılmaz. Neticenin olumlu veya olumsuz oluşu arasında fark gözetilmez. Bilir ki kendisi hakkında Cenâb-ı Hak ne takdir etmiş ise kendisi için hayır bu takdirdedir.
Hakk şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Ârif ânı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk`a tevekkül kıl,
Tefvîz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler… [5]
Hâce-i Hâcegân [6]
Hâcegân Vakfı Genel Başkanı
[1] Enderûnî Vâsif.
[2] Tirmizî, Kıyâmet 59, h.no: 2516.
[3] Sad, 42.
[4] Sad, 44.
[5] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri.
[6] Hâce-i Hâcegân: Hâcegân yolunun hocası.