İnsan-ı Kâmili İnkâr, Allah ve Peygamberi İnkârla Eş Değerdedir
İnsanda yâ saâdet olur yâ şekâvet. Bunların tarîfi ve hulâseten farkları şudur ki insan ruh ile nefsten mürekkeptir. Yâni letâfetle kesâfetten halk ve îcad buyrulmuştur. Eğer letâfet ve ruhâniyet ciheti galebe ederse insan, âmâl-i sâlihâte, ahlâk-ı hamîde iktisâbına çalışıp, zikir ve fikr-i Mevlâ ile meşgul olup mâsivâ efkârından ferâgate ve dâimâ C. Hakka teveccüh ve ikbâle müştak ve râğıb olur. İşte bu neş’e-i saâdettir. Ve gitgide bu âdem, es’adiyyet mertebesine ulaşır ve Hz. Allah’a vâsıl olur.
Şekâvet’e gelince; insanın sûrette tâati olsa bile gönlün dâimâ efkâr-ı sivâ ile iştigâli, ahlâksızlık, Allah’ın sevdiklerini sevmemek ve bil’akis sevmediklerini sevip dâimâ onlarla berâber bulunmak, zikr-i İlâhîden gaflet ve bu gibi şeylerdir ki bu hâlât ve evsâf-ı seyyiede ısrar ve devam bilâşüphe ve kat’i olarak alâmet-i şekâvettir. Ve böyle olan âdem insâniyetten çıkar, mertebe-i hayvâniyyete tenezzül eder. Artık hayvanın ne Cennete ne de Hakka gitmesine ihtimal yoktur. Onun yeri Şeytanın gideceği yerdir.
İşte Nefs’e tâbî olmanın, işte Şeytâna, sû-i karîn’e kapılmanın neticesi budur. Bunun hayır neresinde bilmem, Allah aşkına söyleyin… Dünyâca Âhiretce ne faydamız oldu ise gösterin. Baştanbaşa zarar baştanbaşa hüsran… Yâhû, İmâm-ı Gazali Hz.leri gibi bir zât-ı mübârek efendiler, o imâm-ı Gazâlî ki, asrının ferîd-ü vahididir. İlm-ü amelde sânîsi yoktur. Müslümanlar indindeki hürmet-ü şöhreti âfâkı tutmuştur. Hulâsâ huccet-ül İslâm’dır. Âb-ı rûy-i ümmettir, (sav) Efendimiz Hz.lerinin medâr-ı iftihârı ve hakîkî bir vârisidir.
Böyle iken bu zât-ı muhterem anlamış ki yalnız bu ilm-ü amel-i zahirle iş tamam olmayacak, murad ve rızâ-i İlâhî kazanılmayacak. Bu kadar şân-ü şerefi ayak altına alarak, insân-ı kâmil aramaya mecbur kalmış. O misillü bir vücûd-u nâzenîn yalın ayak, baş açık sahralarda dolaşarak bâb-ı evliyâya dehâlet çarelerine tevessül etmiş.
Bâzı kimseler: “Yâ imâm, sizin eski hâliniz bundan çok güzel değil mi idi ki böyle ettiniz?” yollu safsata söyledikte, cevâben: “Aman, aman bu sözleri bırakın, biz işi anladık ve bizefeth-i bâb bu yüzden oldu. Bu âleme gelmekten maksûd, Allah ’a iktisâb, kurbet ve vuslattır ve onun da yolu budur Ancak bu sûretle istihsâl-i maksûd ve matlûb mümkündür”diye buyurmuşlarken, bilmiyorum, biz neden bu eslâf-ı kirâm hazerâtından daha akıllı olduk da bu gibi şeylerle hiç mukayyed olmuyoruz. İhtar eden de olsa ona da ehemmiyyet vermiyoruz.
Halbuki dünyevî bir işimiz olsa ve o işimiz, hasebü’l-îcab bir hristiyan veya hristiyandan eşedd olan diğer bir kâfir eliyle görülecek olsa o işimizin hâtırı için o hristiyan veyâ o kâfire bin türlü tekâpû (dalkavukluk), niyaz ve istirhamlar ederiz. Ve bu derece tekâpû’dan utanmaz ve hayâ da etmeyiz. Fakat, Allah işi için Allah ve Peygamber nezdinde kadr-ü şerefi bilinmiş bir insân-ı Kâmile gitmeye tenezzül etmeyiz. Halbuki, bundan nâil olacağı nimet-i uzmâ, değil öyle üçbuçuk kuruş veyâ beş günlük bir memûriyyet; ebedî, sermedî bir hayât-ı tayyibe, Allah ve Resûlullahı ticâret etmek ve daha da tâ’dâdı ğayr-i kâbil niam-ı Lâyezâl’dir.
Evet, insân-ı kâmili kabul etmeyelim, beğenmeyelim, ona tenezzül etmeyelim. Bunların hepsi güzel, amma onu kabul etmemek aynen Peygamberi ve Allah’ı kabul etmemek demektir. Buralarını iyi düşünelim, ona göre iş yapalım. Yoksa sonra başımıza gelen gelir.
Beni ta’yîb etmeyin, biraz ağır ve acı söylesem gücenmeyin… Eğer benim gibi insâniyyet nedir, ne demektir? Bileydiniz, benden bin kat ziyâde, bunun ziyâına, bu musîbet-i azîmeye acır ve yanar yakılırdınız. Ne yapalım Allah bizi de böyle halketmiş [1].
[1] Gülzâr-ı Saminî Sohbetler, Hâce Osman Bedruddin Erzurumi, Sohbet No:463:”İnsan-ı Kâmili İnkâr, Allah ve Peygamberi İnkârla Eş Değerdedir”, s.695