Dilimizdeki Dua ile Hâlimizin Teşkil Ettiği Tezat
Pek garibime gider. Meselâ namazlarda veyâhut sâir vakitlerdeki duâlarımızda: “Allâhummahşurnâ fi zümrati’s-sâlihîn” veyahut: “Teveffenâ müslimen ve elhiknâ bi’s-salihîn”diye dua ederiz.
Hâşâ bunu halkı tahkîr için söylemiyorum. İz’ânımız ve irfânımız, intibâhımız artsın diye söylüyorum. Evet “Yarabbi, sen bizi sâlihler zümresiyle haşret” veyahut: “Bizi müslüman olarak öldür ve sâlihlere ilhak et” diye duâ ederiz sonra da sâlihleri nerede görürsek hemen kaçarız, kat’iyyen onlara yanaşmayız. Şu halde yaptığımız duânın mânâsı ne demektir bilmiyoruz? Bu nasıl duadır ki sözümüzle onlarla berâber olmayı isteriz, fakat fiilen de onlardan kaçarız.
Yahut bu duanın mânâsı şöyle olmak lâzım gelir ki: “Yarabbi biz burada nefsimizin her dediğini yapacağız, kat’iyyen onun emrinden dışarı çıkmayacağız. Fakat Ahirette de yine sen bizi sâlihlerden ayırma. Onlarla beraber bizi Cennete gönder ki orada rahat edelim ve yine bu nefsimizin arzularına hizmet edelim.”
Şimdi söyleyiniz, böyle dua olur mu? Ve siz olsanız bu duaya âmin der misiniz? Herif saatlerce kahvede oturur, saatlerce mâlâya’nî ile lâ’biyyâtla (ağızdan salya akarak konuşmak) ve daha neler ve nelerle meşgul olur, câmi’den, Kur’an dinlemekten va’z ve nasihat dinlemekten hoşlanmaz: Sâlihler ve zikir meclisinden kaçar. Demek bu âdem bu nimetlerin kadrini bilmiyor, bunların ne büyük nimet olduğunu takdir etmiyor. Daha nasıl bunları ve bunlarla olmayı arzu etsin?
Halbuki bunlar öyle nimetlerdir ki baha biçilmez ve bu da burada belli olmaz, ancak orada belli olur ve anlaşılır. Hayret ediyorum, insan nasıl ibâdet ve tâat’i terkeder, fevteder, zikirden ve fikirden, ahlâk-ı İlâhî ile tehalluk’dan, sâir esbâb-ı kurubât ve vuslattan dûr ve mahrum kalmaya kâil ve râzî olur bilmem?
Cenab-ı Hak bir âyet-i Celîlede buyuruyor ki: “O gün özür dilemeleri zâlimlere asla fâide etmeyecektir. Lanet onların, fena yurt da onlarındır” .[1]
Efendiler, tâat etmemek zulümdür, şirk etmek zulümdür hem de pek büyük bir zulümdür. Zikir ve fikir’de bulunmamak, tezkiye-i nefse ve tahliye-i kalbe çalışmamak, mâsivallah’dan ferâgate sa’yetmemek… bunlar hep zulümdür. Kezâ kibir, haset, enâniyyet, nifak zulümdür. Hem de bakınız nifak ne demektir: Namaz kılanları, oruç tutanları, evâmir-i İlâhiyyeyi icrâ edenleri beğenmemektir, onlarla istihzâ’dır.
Hele bir kerre nifâkın şu mânâsına bakınız ve bir de zamanımız âdemlerinin işine dikkat ediniz. Şimdi namaz kılanı, oruç tutanı, zikir ve fikirde bulunanı, hasılı Allah diyeni kimse sevmiyor. Bakınız ki zamanımızda münâfık ne kadar çoktur. Bizden bir ibâdet fevt olsa Şeyh Şiblî gibi saatlerce ve deyneklerle kendimizi dövmeliyiz. Hz. Şiblî öyle yaparmış. Yanına bir sürü deynek koyar, Cenâb-ı Hak’tan gaflet ettikçe o deyneklerle kendisini dövermiş. Ne yapalım, bu nefisten kurtulmak için biz de ne lâzımsa onu yapacağız. Başka çare yoktur.
Ahmed Sârbân Hazretleri büyük hem de pek büyük bir zâttır. “Can haberin bircan’dan alagör” diye emrediyor. Ne yapalım Evliyâullah hazerâtına muhtacız. Onlarla olmak, musâhabetlerinde bulunmak, hizmet ve emirlerini tutup, yerine getirmek lâzımdır ki biz de can haberini alabilelim… Ve İllâ Felâ… (Başka çare yok).[2]
[1] Gâfir (mü’min), 40/52.
[2] Gülzâr-ı Saminî Sohbetler (6. Baskı), Hâce Osman Bedruddin Erzurumi, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2025, Sohbet No:165, s.367.