Kim Sünnetimi Yaşarsa Beni Yaşatmış Olur
Efendiler, Bakınız !
Bugün Lihye-i Saadet açıldı, birtek Mûy-i saâdet’e (sakal-ı şerefin bir teline) bu kadar tâ’zîm ve ihtiram olundu. Hakikaten daha ne kadar tevkîr ve ta’zîm olunsa yine azdır. Zira bu, Mahbûb-i Kibriyâ’ya, Şâh-ı Mürselîn-i Enbiyâ’ya ait ve mensûb bir Mûy-i anber, Mûy-i saâdettir.
Fakat dikkat edelim, iyi düşünelim: Bu Mûy-i saâdet’e böyle tazîm ve ihtiram ediyoruz da, acaba bizdeki kendimizdeki Nûr-i saâdet’i, Nûr-i Muhammedi’yi niçin tahkir ediyoruz. Halbuki Nûr-i saâdet, Mûy-i saâdetten çok büyüktür. Şu halde nefs’imizin büyük bir hîle’sini, daha anlamıyoruz.
Evliyâullah buyuruyor ki: “Sana birisi süâl ederse ki Allah’ı seviyor musun? veyâhut O’ndan korkuyor musun? aman sükût et… Yahut, O’nun tevfîk buyurduğu kadar seviyorum, de… Tâ ki sevmem veyahut korkmam demekle kâfir olmayasın veyahut severim, korkarım deyip de sevenlerin ve korkanların ahval ve akvâlini, ef’al ve ahlâkını kendinde bulundurmadığın cihetle, yalancılıktan kurtulmuş olasın.”
Yâhû, bundan büyük ne gibi bir rezâlet, hamâkat ve cehâlet olabilir ki, insan kendisini, Allah’ı, Rasulüllâh’ı ve hem de evliyâullâh’ı kandırmak, iğfal etmek istesin. Efendimiz (sav) Hz. lerinin bir sünnet-i seniyyelerini ihya etmek yüz defâ Lihye-i sâadet’i ziyâretten efdal ve a’lâ ve ol Hazrete ehab’dir.
Bir hadîs-i şerif de: “Ümmetin fesadı zamanında bir sünnet-i seniyye-i ihyâ edene yüz şehit ecri verileceği”[1] ferman buyrulmuştur. Yâhû biz Rasulüllâh’ı seviyoruz diye iddia ediyoruz; fakat sünenât-ı Mahmûde-i Muhammed’i (sav) el’ıyâzen billâh, beğenmiyerek küffar ahlâkını, küffâr meşreb ve âdâtını, küffâr kisve ve taâmını tercih ediyoruz, her veçhile kendimizi onlara benzetmeye çalışıyoruz. Bu nasıl Muhammedî’liktir? Bu nasıl Hz. Muhammed’i sevmektir? Ben bilemiyorum. Onun için zâtin birisi de: “Sâliklere, sadıklara burhan gerek” buyuruyor. Evet her şeye bir alâmet ve burhan gerektir. Sırf yalandan ibâret ve mahz-ı haram olan kuru davâ’dan bir fayda husûlü mümkün değildir. Muhabbet-i Rasulullah dâvasında bulunan mü’min her kim ise acaba O Habîb-i Hudâ’nın her husustaki sünenât-ı Seniyyesi nedir? Hiç suâl ve tetkik etti mi? Ve bunlardan kaç tânesine, hangilerine tâbî oldu? Yemek yemekte mi, yol yürümekte mi, oturup kalmakta mı, uyumakta mı veyahut akvalde veya ahlâkda mı ve bâtın-ı Muhammedi’ye tâbî olmakta mı, hulâsa sünnenât-ı seniyyenin hangilerine tâbî olabilirdi?
Yâhû mahabbetüllah; Rasüllullah’a olan mütâbeatımız nisbetinde olur. Mütâbeât’ın netîcesi mahbûbiyyet ve mahbûbiyetin neticesi de zünûbun mağfiretidir. Nitekim: “(Habibim) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicidir”[2] âyet-i kerîmesi bunu açıklıyor. Zünûbumuz zenb-i vücud da dahil mağfiret olunursa, bu mevhum varlık’tan ancak o zaman kurtulur. Hakk varlığına ulaşırız. Yok olmadan “Var” olmak mümkün değildir. Bu mevhum varlığı yağmaya vermek gerek… Ne ise … (sav) Efendimiz. Hz. leri bir hâdis-i şeriflerinde: “Kim benim sünnetimi yaşarsa beni yaşatmış olur. Beni yaşatan beni sevendir. Beni seven ise cennette benimle beraberdir” buyurmuşlardır.
“Bir âdem ki benim sünnetimi icrâ etti, işte o beni ihyâ etti”[3] buyruluyor. O halde: “Sünenât-ı seniyye’den birini terkeden de Rasûlüllâh’ı öldürdü” demektir. Rasulullah’ı bu mânada öldürenin ise dünyada ve âhirette başına ne gelir, Allah bilir. Sonra bu sünenât-ı seniyye’nin zâhîri olduğu gibi bâtını da vadır. İşte sünenât-ı seniyyenin bu bâtınını da bilip tâbî olmak îcab eder ki insan tekemmül edebilsin. Yoksa insan mutlaka noksandır, belki de hayvan kalır.
Bakınız bir şey nakledeyim: Efendimiz (sav) Hz. lerinin zamân-ı hümâyûnlarında bir kimse huzûr-u Nebeviyye’ye gelerek, tarlasını bir başkasının ekmiş olduğu beyanla, şikâyette bulunur. Emr-i Peygamberi ile hakkında şikâyet vâkî olan kimse celbolunur. Müddeî zâtin getirdiği yalancı şâhitler de varmış. Onların da dinlenmesinden sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz Hz. leri bittâbî şâhitlerin beyânı ile ve hükm-i şer’î üzerine bu tarlanın müddeî olan kimseye âidiyetine hükmeder. Fakat Mürşîd-i küll Efendimiz Hz. leri bundan sonra müddeî olan kimseye şöyle ferman buyurur: “Bu tarla senin değildir, eken kimsenindir. Getirdiğin yalancı şahitlerin beyânı ile ve hükm-i şer’î gereğince sana hükmolunmakla sen bunun vizrinden ve vebâlinden kurtulamazsın, Kıyâmet gününde mes’ul ve muâtab olursun ve bu hak mutlaka senden alınır”[4]
Bu emr-u fermân-ı hümâyûn üzerine o müddeî tevbe ve istiğfar ve nedâmetle o bâtıl iddiasından vazgeçer..
Efendiler, bakınız, Şerîatin zâhîri hükümlerine göre bir da’vâ bir kimsenin lehine neticelense bile o kimsenin mes’ûliyetten kurtulması mümkün olmuyormuş. Ve çoğu zaman olur ki, herhangi bir iş ve hüküm zâhir-i şer’îye tatbik olundu zannolunur. Fakat, mâna ve hakîkati bâtıl olur. Yâni demek ve anlatmak istiyorum ki bu şerîat-i Mutahhara’nın zâhiri olduğu gibi bir de mânâ ve hakîkati vardır. Bu ikisini cem etmek kemâl ve bâis-i visâl-i zülcelâl’dir. İnsan mâ’nâya dikkat ve hizmet etmedikçe insanlığını bilemez ve bulamaz. Nerde insanlık, belki hayvaniyetinden dahi kurtulamaz. Hayvan ise ne Cennet’e gider ve ne de Cemal ü visâl-i Mevlâ’yı bulabilir?
Sonra hâdis-i şerif’de: ‘‘Beni ihyâ eden beni sevdi ve beni seven de benimle beraber Cennette olur” irade ve tebşir buyruluyor. Efendiler, Cennette olmak başkadır, Cennet’te Rasûlüllah ile berâber olmak yine başkadır. Aralarında fark-ı azîm vardır. Şu halde mâdemki dünyâ ve âhirette her veçhile saâdet ve selâmetimizi arzu ediyoruz; kezâ, bu insanlara, bu müslümanlara, bu memâlik-i İslâmiyeye mâdemki hizmet etmek istiyoruz ve bunun mahfuz kalmasını cümleten arzu ediyoruz; başka çâre yoktur. Bu Kitâb’ın zâhiriyle, bâtınıyla ve sünenât-ı seniyyenin de keza zâhir ve bâtınıyla âmil olmaklığımız lâzımdır ve farz-ı ayn’dır. Tâ ki Allah ve Rasûlünü bizim tarafımıza alalım. Onlar bizim muîn ve nâsırımız olursa artık bize galebe edebilecek ne bir kimse ve ne de bir kuvvet ve devlet vardır.
Esteîzübillâh: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek yoktur”[5] buyruluyor.
Bakın ashâb-ı güzîn (R. Anhüm) hazerâtı mütâbeâtı-ı Rasulullah’a o kadar itinâ ve ihtimam buyururlarmış ki bunun ifâde ve tâ’rifi mümkün değil. Meselâ birgün İbn-i Abbas Hz. leri Medine-i Münevvere’de bir binek üzerinde giderken bir sokağın başında bineğinin başını bir yöne döndürerek biraz durduktan sonra yoluna devam eder. Sebenini süâl edenlere: “Evet, ben Rasûlüllâh’ı bir kere gördüm, bir binek üzerinde giderlerken burada böylece yapmışlardı. Ben de bu sünneti öylece ihyâ ettim ki zâyî’ olmasın” buyurur.
İşte ashâb-ı güzîn hazerâtı enbiyâdan sonra en efdal varlıklar oldukları halde Rasulullah’a bu derecede mütâbeât-ı kâmileye muvaffak buyrulmuşlardır. Ve kendilerinin Ol Hazret’e kemâl derecedeki muhabbetlerine şâhid-i kavî olan bu fart-ı mütâbeatları ve sohbet-i seniyyeye müdâvemetleri sayesinde onlara da olan olmuştur.
Bize gelince: Gerek Sünnet-i Rasûlüllâh’a ve gerekse sünnet-i hulefâ-i râşidîne tebeıyyetle me’mûrumuz ki bu husus “Siz benim sünnetime ve Hulefâ-yı Râşîdinin sünnetine sarılın”[6] ve “Ashabı m yıldızlar gibidir. Hangisine iktidâ eder, uyarsanız hidâyeti bulursunuz”[7] hadîs-i şerifleriyle buyrulmuştur.
Sadeka mennateka sallallâhü aleyhi vesellem [8].
[1] Et-Terğib ve’t-Terhib, c.l, s.80.
[2] Âl-i İmrân, 3/31.
[3] C. Sağir, c.2, s. 161.
[4] Et-Tâc el-Câmiu li’l-Usûl, c.4, s.69.
[5] Âl-i İmrân, 3/160.
[6] Et-Tâc el-Câmiu li’l-Usûl, c.l, s.46.
[7] Keşfü’l-hafâ, c.l, s.132.
[8] Gülzâr-ı Saminî Sohbetler, Hâce Osman Bedruddin Erzurumi, Sohbet No:376:”Kim Sünnetimi Yaşarsa Beni Yaşatmış Olur”, s.523