Evliyâullâhın İşleri Hep İlhamidir, Vahyi Hafî Üzeredir.
Evliyâullâhın hâli pek muhteliftir. Birinin hâli diğerine benzemez. Gerçi menbâ birdir, su birdir, fakat açan çiçekler muhteliftir. Kimisinde heybet ve celâl, kimisinde şevk ve zevk, kimisinde vakar ve sekinet, kimisinde ibadet ve tâat galip olur. Kimisi de: “…Kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği…” [1] sırrıyla demsâz, Hakk onlara, onlar da Hakk Teâlâ Hazretlerine müştak olurlar. Bunların hâli-şanı pek acayiptir. Geceleri rükû ve sücut, gündüzleri dostlarla sohbetle geçer, her vakit üns ve huzur-ı Mevlâ ile sırdaş olurlar. Onun için kâmil bir veliyi gören bir kimse başka bir kâmil veliye gitse kendi kendine: “Bu velî olamaz, gerçek velî oydu” der. Halbuki evliyâullah’ın halleri tıpatıp birbirine benzemez. Cenâb-ı Hakk nasıl sonsuz ve sınırsız ise ikram, ihsan ve tecellileri de öylece uçsuz bucaksızdır ve evliyaullah kendiliğinden hiçbir şey yapmazlar. Cenâb-ı Hakk ne ilham ederse, nasıl emrederse onu yapar, ona tâbî olurlar. Bundan dolayıdır ki her zamanın iş ve terbiye usûlü başka başkadır. Zaman değiştikçe seyr ü sülükte de, ahvâl-ı terbiyede de değişiklik zaruridir.
Ma’lûmdur ki, vahy dört kısımdır:
- Vahy-i ilhâmî,
- Vahy-i menâmî,
- Vahy-i i’lâmî,
- Vahy-i ahkâmî.
İlk üçünde nebilerle velîler müşterektir. Dördüncüsü sâdece Peygamberân-ı izâm hazerâtına mahsustur ki vahy-i celîdir. Yâni, Kur’ân-ı mübîn ve diğer semavî kitaplar vs.dir.
İlk üç vahye bakılır, eğer vahy-i ahkâmî’ye yâni şerîate uygun düşerse alınır, kabul edilir, tâbî olunur. Uygun düşmezse terk olunur. Böyle şerîate uygun düşmeyen vahyin kalbe gelmesinin bir zararı yoktur. İşte görülüyor ve anlaşılıyor ki evliyâullah hiçbir şeyi kendilerinden söylemez, hiçbir şeyi kendiliklerinden yapmazlar. Onların emirleri hep ilhamdır, yâni vahy-i hafidir. Onun için hüsn-i kabûlü şarttır Çünkü her şeyin erkânı olduğu gibi tasavvufun da şartları ve ahkâmı vardır. Eğer bir şeyin erkânı ve esasları olmazsa o şey de olmaz.
Tasavvufun erkânı da üçtür:
- İçtimâ’ (Toplanma)
- İstimâ’ (Dinleme)
- İttibâ’ (Uyma, tâbî olma)
Eğer böyle içtimâ’ etmez, istimâ’ etmezsek bu erkân yok demektir; bu erkân olmayınca tasavuf da tarîkat da yok demektir. İşte Rasûlüllah zamanında böyle idi. Ashâb-ı güzînin usûlü de bundan ibâretti. Rasûlüllah’ın ve O’nun sahâbesinin iz ve isrine böyle ittibâ’ ve onunla böyle musâhabemiz lâzımdır. Eğer böyle yapmazsak dışarıdan şununla-bununla, hevâ ile sivâ ile, ağyar ile meşgul oluruz ki şimdiye kadar yaptığımız ziyanlardan bundan sonra da kurtulamayız. Cenâb-ı Hakk bir âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor: “Tağutdan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah’a yönelenler (e gelince) onlar için de müjde vardır.”[2]
Tağut, nefis, şeytan, hevâ-heves, vehim, dünyâ, tabiat, hulâsa Cenâb-ı Hakk’dan gayrı olan herşeydir, yâni zâhir ve bâtın mâsivallahdır. “Şol kimseler ki tâğûta ibâdetten içtinâb ettiler, yâni ondan olan vesvese ve telkînâtı, onun iğvâlarını kabulden ictinâbla ona kulak asmadılar; onlar ki bir tarîkçe, kâmil bir mürebbîye inâbe ve intisâb ettiler, âyet-i kerîmedeki müjde onlar içindir. İşte o kimselere dünyada ve âhirette müjde ve saâdet… Ve gene âyet-i kerîmede: “O kullarım ki onlar söze (dikkatle) kulak verirler de onun en güzeline uyarlar…”[3] buyuruluyor. Nitekim öyleleri, işittikleri hak sözün en güzeline tâbî olurlar. Sözün en güzeli ise İlâhî âyetler ve bu İlâhî âyetlerde anlatılan zikir, fikir, ahlâk-ı İlâhî ile tahalluk, üns ve huzûr-ı Mevlâ, ulûm ve maârif-i bâtına, ilm-i ledünnî, esrar, hakâik, ile kurbet ve vuslata dâir hususlardır.
“En güzeline tâbi olurlar”în bir mânası da şudur: Bunların ittibâları da en güzel şekilde olur.
Âyet-i kerîmenin devamı ise şöyledir: “…İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir, işte bunlar temiz akıl sahihleri olanların tâ kendileridir.”[4]
Cenâb-ı Hakk’ın tarîk-i tevhîdde fenâ-bekâ mertebesine muvaffak kıldığı kimseler ancak bunlardır. İşte akıllılar lübbül lübbe (özün özü) vâsıl olanlar bunlardır. İçleri, özleri bulunanlar, yalnız kışırdan, kabuktan ibaret olmayanlar bunlardır. Çünkü Allahsız kalanın içi yoktur, mahvolmuştur; fıtrî istidadını zayi etmiştir, onlar ölüdür. İşte İlâhî emr ü fermanı işittik, dinledik anladık. Evet böyle içtima edeceğiz, müsâhabe ve istimâ’ edeceğiz ve işittiklerimizin en güzeline, en güzel şekilde zâhiren ve bâtınen ittibâ edeceğiz ki biz de içsizlikten, ölü olmaktan kurtulabilelim. Yoksa içsizlikten, bâtını ölü olmaktan kurtulamayız.
Rabbim nî’metinin itmamını ihsan buyursun!
[1] Mâide, 5/54.
[2] Zümer, 39/17.
[3] Zümer, 39/18.
[4] Zümer, 39/18.