HÂCE OSMAN BEDRÜDDÎN ERZURÛMÎ
Hâce Hafız Osman Bedrüddîn-i Erzurûmî (k.s.) Hazretleri, 1856 yılında Erzurum da doğmuştur. Babası, ilim ve fazileti ve tasavvuf konularındaki liyâkatiyle tanınmış Seyyid Selman Sükûtî Efendi, vâlideleri ise Esmâ Hatun ‘dur.
Osman Bedrüddin Efendi, alel’âde insanlardan çok farklı bir kişilik ve misyonla (memûriyyet) Dünyâya geldiğini, gerek düşünüş ve davranışlarıyla, gerekse, yaşını çok aşan ciddî konulara karşı dikkat ve alâkasıyla gören gözlere ilân ve ifşâ eder.
Tabiî ki O’nun yaratılışındaki müstesnâlığı ilk fark eden, kendisi de kâmil bir zât olan, muhterem pederleri Selman Sükûtî Efendidir. Onun içindir ki Osman Bedrüddin Hazretlerinin büyük bir mürşîd ve bir insân-ı kâmil oluşunu hazırlayan vetirede (süreç) ilk muallim ve mürebbîsi olmak gibi bir vazîfeyi muhterem pederleri yerine getirmiştir.
Henüz dokuz yaşında iken Kur’ân-ı Kerîm’i bütünü ile ezberleyip, hıfzını ikmal eden Osman Bedrüddin efendi; on yaşından itibaren, o devredeki öğrenim usulüne uygun olarak sarf, nahiv, emsile, binâ, maksud, avâmil, izhâr, hadîs ve tefsir gibi öğrenim safhalarını başarı ile tamamlayarak; hafızlığı yanında, ilim adamlığı hüviyetini de iktisap etmeye başlar.
On ile yirmi yaş arasındaki bu devresinde O’nun öğrenim ve eğitimi ile meşgul olan kişiler, başta peder-i âlîleri olmak üzere, Molla Sâmî ve Seyyid Ahmed Meramîdir. Bu zevatın himmet ve sohbetleri ile, o günkü zâhirî ilimlerde ve bir ölçüde de tasavvuf da, yaşından beklenmeyen bir derinlik ve seviyenin de sahibidir.
1877-1878 yıllarında Erzurum üzüntülü günler yaşamaktadır. 93 harbi diye anılan çarpışmalar, arzu edilmeyen bir seyir tâkip etmekte ve Ruslara karşı, Ordu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Erzurum Kalesine çekilerek bir müdafaa hattı tesisine çalışmaktadır. Harbin neticesine büyük ölçüde tesir edecek olan bu müdafaa ile sonunda düşündüğü taarruz için Erzurum halkının maneviyatını yükselterek, ordu ile birlikte onları da topyekûn bir karşı koyuşa hazır hâle getirmenin gayreti içindedir. İşte böyle bir gün ve ortamda, halkta beklenen heyecan patlamasını meydana getirecek bir kıvılcıma ihtiyaç duyulmaktadır. Nihâyet, 8 Kasım 1877 günü sabah namazı vakti yaklaşmaktadır. Görülür ki, Ayazpaşa Câmi-i Şerifinin minaresinden okunarak dalga dalga bütün Erzurum’a dağılan bir ezan sesi, beklenen bu kıvılcımın rolünü oynamıştır. Her zamankinden çok farklı bir şekilde okunan ve tesir eden bu sabah ezanı ile Erzurum halkı galeyana gelerek, evvelâ Ayazpaşa Câmiine koşar ve namazdan sonra da evinde ne bulursa; tüfek, tabanca, kazma, kürek, tahra, bıçak ve kılıç, alarak cepheye koşar. Erzurum’a kadar gelmiş Rus kuvvetlerine karşı, galeyana gelmiş Erzurum Halkının da katılmasıyla, ordumuz, mukabil bir taarruza geçerek, onları perişan bir şekilde geri çekilmeye ve kaçmaya mecbur bırakır.
O gün, sabah namazı vakti, okuduğu ezan ile Erzurum halkını ateşleyen; tahmin edileceği üzere, Osman Bedrüddin efendidir. Kendisi de Erzurum halkının en önünde bu çarpışmalara katılır. O günkü taarruzda gösterdiği gayret ve aşırı cesareti ile nazar-ı dikkati çeken Osman Bedrüddin (k.s), Gazi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 28. Alay’ın 3. Tabur imamlığına tayin edilir. Böylece o güne kadar Hafız Osman Bedrüddin diye anılırken, o günden sonra, Osmanlının şerefli bir subayı olarak İmam Efendi diye anılmaya başlayacaktır.
Harp sonrası taburu ile birlikte o zamanki ismiyle Diyârbekir havalisine tayin olunan İmam Efendi; gördüğü bir rüya üzerine, gene o zamanki ismiyle El’azîz’in Palu kazasına giderek büyük velî ve nakşî şeyhi Seyyid Mahmud Sâminî Hazretlerini ziyaretle, çok özel sohbetlerine katılır.
Bu ilk tanıma ve tanışma devresinde, muhâtab ve müşâhid olduğu bazı, hâl ve buyruklarının manevi tesiriyle, o ana kadar içinde bulunduğu tereddüdünü aşarak, Seyyid Mahmud Sâminî Hz.ne intisap eder. Tasavvufi konularda, muhterem pederi ile evvelki hocalarından Seyyid Ahmed Merâmî hazretlerinin himmetleriyle, iktisap ettiği bilgi ve ruhi kıvamını, bu defa, yaratılışındaki müstesna kabiliyeti ve büyük mürşid Mahmud Sâminî Hazretlerinin himmet ve sohbetleriyle, kısa zamanda daha da geliştirerek seyr-i sülûkünü ikmal eder.
Bir müddet sonra, izinli bulunduğu ve O Palu’da iken Çemişgezek ilçesine nakledilen Tabur’una avdet eder. Artık O, talip olanları irşâd ve manen terbiye etmeye, mürşidi Mahmud Sâminî Hazretleri tarafından memur ve mezun kılınmıştır.
Hayatının bu yeni devresinde Osman Bedrüddin Hazretleri artık olgun, kâmil bir mürşiddir. Hak ve Hakikate susamış insanlara mana ve fikir derinliği ile dopdolu, yüksek seviyeli tasavvufi sohbetleriyle, insan denilen muazzez varlığı ve o’nun niçin ve hangi gaye ile yaratıldığını; üzerinde emaneten taşıdığı ömür sermayesini nasıl değerlendirmesi gerektiğini, nasıl bir ruh ve kalp olgunluğuna erişerek yaratılışındaki ulviyet ve yüceliği iktisap edebileceğini gece ve gündüz durmadan anlatır.
Çemişgezek ve civarındaki il ve ilçeler halkına, üzerinde memur ve mezun bulunduğu nice hakikati on beş sene müddetle anlatan; ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle onları ikaz ve irşad eden İmam Efendi, 1909 yılında Tabur İmamlığı vazifesinden emekli olur. Bunun üzerine doğru Mürşidi Mahmud Sâminî Hazretlerinin mübarek ve huzur dolu mekânına, Palu’ya, avdet eder. Bir müddet sonra da, Mürşidinin işareti üzerine, irşad vazifesini ifa etmek üzere, o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a yerleşir.
Osman Bedrüddin Hazretlerinin Harput’taki devresi, dopdolu hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Kendisini artık bütünüyle tasavvufî konulara, sohbetlere ve çalışmalara verir. Harput’taki sohbetlerini yaptığı ve hâlen de mevcut bulunan Kurşunlu Camii, günler geçtikçe hakikat talipleriyle dolar ve taşar.
Zaman zaman Aziz Mürşidini ziyaret maksadı ile gittiği Palu ile beraber, imkânsızlıklar sebebiyle kendisine sık gelemeyen mürîdânına ulaşabilmek ve sohbetleriyle onları belli bir kıvamda tutabilmek için civar kaza ve vilâyetlere yaptığı seyahatlerde, büyük alâka ve muhabbetle takip olunur. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği ilim ve irfanı, müstesna aşkı, yücelten bir ahlâkı, bunlardan habersiz insanlara, durmadan aktarmayı, onların da bunlardan nasipli hâle gelmelerini, hayatının yegâne gayesi haline getirir. Böylece, bazı kaynakların belirttiği şekilde, bu devresinde, iki yüz bine yakın insanın manevi cehaletten kurtulmalarına vesile olur.
O artık, gönlünü dolduran Allah ve Peygamber muhabbeti, insanlara karşı sergilediği şefkat ve merhameti, afiv ve müsâmahası, mahviyyet ve tevâzuu, hâsılı bütün davranışlarına hâkim kıldığı ‘Ahlâk-ı Muhammedî’ ile kendisini tanımak şeref ve mazhariyetine eren insanların gönlünde taht kurmuş, bir büyük velî ve bir büyük mürşiddir.
İrşâdına vasıta kıldığı müstesna sohbetleri ile O, insanların mana ve bâtınlarına kolaylıkta ulaşabilmekte; Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye gibi bitmez ve tükenmez iki kaynaktan devşirdiği hakikatleri, onların gönüllerine çağlayanlar gibi akıtmaktadır. Himmet, hizmet ve gayretlerinin tek hedefi vardır: İnsanın yaratılışının tek gayesi olan Allah’ı biliş, buluş ve O’na erişi tarif ve anlatabilmek; bu nihai hedefe vasıl olabilmek için kendisini behemehal tanımamız ve aşk seviyesinde sevmemiz lâzım gelen varlığı, yâni ümmeti olmakta şereflerin en yücesine mazhar olduğumuz Hz. Muhammed Mustafa ﷺ Efendimizi tanıtabilmek; Allah’ımızın Kur’ân-ı Kerîm’de tarif buyurduğu, Peygamber Efendimizin de 63 yıllık benzersiz hayatı ile bizzat yaşayarak bizlere gösterdiği, “İlâhî-Muhammedî” ahlâk ile ahlâklanmanın, usûl ve yollarını gösterebilmek ve bu konuda aşk denilen, ancak yaşayanların yaşadıkları ölçüde agâh olabilecekleri Hak Tecellisinin zuhuruna zemin olabilecek “Ruh İklimi”ni hazırlayabilmek…
Böylesine hummalı bir himmet ve gayretin içerisinde iken, Osman Bedrüddin Hazretleri, 1911 yılında Hacca gider ve Mukaddes bir mekânda vuku bulan bu mübarek ziyaretin müstesna tecellilerine ve manevî varidatına mazhar bir şekilde döndükten sonra irşad vazifesine farklı bir manevi dolulukla devam eder.
Civardaki il ve ilçelerden gelebilme imkânına sahip olan evlâtları ile Harput’taki sohbetleri dolup taşarken, gelebilme imkânı bulunmayan mürîdânını mahrum bırakmamak için, zaman zaman kendileri de civar il ve ilçelere kadar gitmekte, sohbet ve himmetiyle, gönüllerine sürür bahşetmektedir. Osman Bedrüddin Hazretlerinin elinde sohbet, âdeta ölü ruhlara can bahşeden bir iksirdir. Sohbetlerinde en çok üzerinde durduğu konu, bir Mürebbi-i hakîkî eliyle nefs-i terbiye ederek, insan varlığı için zararlı bir unsur olmaktan çıkarıp, nefis bir hâle getirmektir. Çünkü Nefs, bize Rabbimizi unutturmaya; Ruhumuz ise, bizi Rabbimize yöneltmeye memur iki unsurdur. Birinin zararlı faaliyetini kontrol altına alır ve zararsız hâle getirirken, diğerinin makbul olan memuriyetini kolayca ifa edebileceği bir güce kavuşturmak, insanın nihai kurtuluşu konusunda hayati bir ehemmiyet taşır.
Ve yine Osman Bedrüddin Hazretlerine göre: insanın bütün niyet ve davranışları ancak Allah için olmalıdır. Çünkü ortaya Allah için konulmayan her niyet ve harekette nefsin payı vardır. Yâni Allah için olmayan her şey, nefs içindir. Bu itibarla, kaynağı münhasıran bedenî arzu ve isteklerimiz olan niyet ve davranışlarımızın, bizi dünyevî ve uhrevî perişanlığa sürüklemesi mukadderdir. Böyle korkulu bir perişanlıktan her iki âlemde de kurtulabilmenin yolu ve tek çaresi, mevhum varlığımızı ve bu varlığa ait istek, arzu ve taleplerimizi, Hakk’ın Mutlak Varlığı karşısında ifna etmek suretiyle, yalnız Allah için yaşayan, Allah için niyet ve hareket eden biri olabilmektir.
Dünya Hayatı, Hazret‘e göre, işte yalnız bu yönüyle insan için mühimdir. O’nun dünyaya gönderilişinde, bu hikmet gizlidir. Ve insan bu hikmete bağlı şekilde yaşarsa, dünya hayatı onun için her iki âlemdeki saadet ve huzura açılan müstesna bir kapıdır. Bu hikmetten uzak şekilde yaşandığı takdirde ise Dünya Hayatı, bunalımlara, felâket ve perişanlığa, kıvrantı ve tedirginliklere açılan bir kapı olur. Yâni idrak ve yaşayış şeklimize göre Dünya; ya huzur ve saadetimize, veya perişanlık ve felâketimize sebep olur.
Öyleyse âkil olan, Allah’ın bahşettiği bu imkânı, felâketine değil, huzur ve saadetine vesile olacak şekilde değerlendirmeli; geçici ve aldatıcı şeyler peşinde harcayarak, heder etmemelidir. Bunu yapabilmek ise tabiî ki, incelik ve derinliği bulunan bazı konuların bilinmesine, onları hayat ve yaşayışımızın vazgeçilmez prensipleri haline getirmemize bağlıdır. Böyle olabilmek ve böyle davranabilmek, insan için pek büyük bir hünerdir. Böyle bir hünerin elde edilebilmesi ve hedeflenen neticeyi hasıl edebilmesi ise insanın kendi kendine tahakkuk ettirebileceği bir şey değildir.
Bir mütehassıs Doktor’un tavsiyelerine uygun olmayan, tarifesiz bir şekilde gelişigüzel kullanılacak olan bir ilaçtan herhangi bir faydanın elde edilemeyeceğini söyleyen Osman Bedrüddin Hazretleri: “Cenâb-ı Hakk’ın tarifi, Peygamber ﷺ Efendimiz Hazretlerinin ve O’nun hakîkî vârisi durumunda bulunan evliyâullah’ın, bizzat yaşayış, buyruk ve tavsiyelerine uygun bir şekilde öğrenilip yaşandığı takdirde, Dünya Hayatı, Mâ’rifetullah ve Vuslat-ı İlâhiyyeye vesile olur. Böyle değil de yerinde olmayan bir şekilde kullanılırsa, ahlâksızlığa ve Hakk’dan yüz çevirmeye sebep olur. Hatta insanı zevâl-i îmân’a kadar sürükleyip götürür” diye buyurduktan sonra; bir kalp de hem Allah hem de mahluk korkusunun birleşemeyeceğini anlatır.
Bir gün mürîdânından birinin sualine cevap olarak şöyle buyurur: “Tasavvuf kitap satırlarından okunarak elde edilecek kuru bir bilgi değildir. Tasavvufa dair kitaplar, yalnız usûl ve Âdâb’a taalluk eden şeyleri öğretir. Tasavvufun bizâtihi kendisinin tahsili, ancak bir mürşîd-i Kâmil’den amelî ve tatbîkî bir yolla, kişinin kendi vücut kitabını okumasıyla mümkündür.”
O’na göre Tasavvuf; kitap ve Sünnet-i Seniyyeye dayanan İlâhî ve Rabbânî hikmetin adıdır. Mevzuu ise Gafletten sakındırıp, insana, huzûr-u dâimi hâlini kazandırmaktır. Bu yolla kişiyi Nefsin kötü huylarından arındırıp, Mevlâ’ya lâyık bir kul haline getirmektir.
Bu hüviyeti ile Tasavvuf; iş, yaşayış, hâl ve ahlâktır. Bu işi, hâli ve ahlâkı öğrenmenin zaruri yolu ise bir öğretici ve eğiticiye müracaattır. Nitekim sahâbe-i kiram efendilerimiz, Kur’ân-ı Kerîm ellerinde ve önlerinde olduğu halde, nefslerinin tezkiyesi ve ruhlarının tasfiyesi ile o yüksek ahlâkı, yalnız Peygamber ﷺ Efendimizin Fem-i Saadetlerinden ve Sünnet-i Seniyelerinden aldılar. Onlar severek, dinleyerek, görerek ve yaşayarak öğrendiler ve öğrettiler.
Ve sonra da şöyle buyurur: “Câlib-i dikkattir ki onlar, Peygamber ﷺ Efendimize: ‘Yâ Rasulâllah, ne yapalım ki daha çok sevaba nail olabilelim?’ diye değil, ‘ne yapalım ki Muhabbetüllah ve muhabbet-i Rasûlillâh’a daha çok mazhar ve muhatap olalım’ diye sual ederlerdi.”
Ve nihâyet bir gün, maddesi ile fâni her insan gibi, O’nun da Dünyamızdan Âlem-i Bekâ’ya intikal zamanı gelir. Vefatından birkaç gün önce, bu gidişin işaretini veren, ayni zamanda, derin ve ince nükteler taşıyan şu vasiyetnamesini yazarak beyan eder:
“Ey benim evlâd ve birader ve akrabalarım; İslâmiyette ve Tarîk-i Hudâda olan İhvân-ı Dîn ‘im!
Cenâb-ı Zât-i Ecell-ü-Âlâ Hazretleri hâzır ve nazır ve şâhidimdir ki: ben ehl-i sünnet vel cemâat mezhebi ve itikâd-ı sahih’i üzere mü’min, muvahhid bir abd-i müslim’im, Hakka Elhamdülillâhi Teâlâ alâ niamihî ve ihsânih.
Şâyet ömrüm tamam olup, Emr-i İlâhî üzere Âhiret’e intikal ve Rahmet-i Rabbâniyyeye nâil olur isem, âhir-i ömrümde, düşmanlarımız olan, Şeytân-ı aleyhi mâ yestehıkku (Layığını bulasıca Şeytan) ve Nefs ve kuvve-i vâhime taraflarından bu İslâmiyyetin gayri birşeyi ilka’ edip şaşırtmak isterlerse ben onları kabul etmem. Ancak, Dîn-i Mübîn-i İslâmda olmaklığımı, şimdiden işitip ve istima’ buyurup Yevm-i Kıyâmette İslâmiyetime şehâdet buyurmanızı niyaz ve temennî ederim. Muvahhidim Elhamdülillâh, Lâilâhe illâllah Muhammedün Rasûlüllah… Hakkan ve Yakînen ve sıdkâ Eşhedü en lâilâhe illâllah. Ve eşhedü enne Mühammeden abdühû ve Resûlüh. Lâilâhe illallâhü Vahdehû lâşerîkeleh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in Kadîr. Lâ ilâhe illâllâhü’l-melikül Hakku’l- mübîn. Muhammedün Rasûlüllah, sâdiku’l-va’dül emîn…
İşte şu Tevhidime şâhid olmanız müsterhamdır. Fakat ben bir abd-i müznib, âciz ve mücrim bir kulum. Cenâb-ı Erhamürrahimîn Hazretlerinin: “Lâ taknetu min Rahmetillâh. İnnallâhe yağfıru’z-zünûbe cemîâ. İnnehû Hüve’l-Ğafû- ru’r-rahîm” âyet-i celîlesini senet ittihaz ile tevbe ve rücû ederek ve Rahmet-i Rabbürrabîm’e ilticâ eyleyerek ve peygamberimiz, peygamber-i zîşan aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî ve ihvânihî, min-sâiri’l-enbiyâi salevâtüllâhi’l-Meliku’l-Mennân Hazretlerinin Rahmetenli’l-Âlemîn ve Şefîa’l-müznibîn olduğundan, mazhar-ı şefâat-i Nebevî’si olmayı ümid ederek giderim.
Ve evliyâullah’ın ve sâdât-ı kirâm-ı Nakşibendiyye Kaddesallâhü esrârahümül aliyye hazerâtı’nın bu abd-i müznib’e feyz ve kerem ve imdatlarını ümid ederim.
Husûsan, Hz.Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibend ve pirim Mevlânâ Hâlid ve Şeyh Aliyyüssebtî ve Mürşid-i Mükerremim Hâce Mahmud Sâminî ve vâlid-i mâcidim Selmân-ı Sükûti el-Hâlidî (kaddesallâhü esrârahüm) zevâtının imdâd-ı mâneviyyelerini ve Cenâb-ı Hakk’a bu abd-i müznib için şefâatci olmalarını lütuf ve keremlerinden niyâz ederim.
Emr-i Hak vâki olup Âhiret’e irtihâlimde, üzerime Kur’ân-ı Azîmüşşân tilâvet buyurasınız.
Rabbim Celle Şânühû Hazretleri îman ve Kur’ân ile husn- i hâtime ihsan buyursun, bu abd-i hakire de, cümle İhvân-ı Dînime de…
Âmîn… bihurmeti men erseltehû Rahmeten lil’âlemîn… ”
Bu vasiyetinden sonra, çıkacağı madde ötesi yolculuğa, artık O hazırdır. Allah’ın kendisine emaneten bahşettiği “Dünyevî Ömür” sermayesinin, her zerresini, her saat ve dakikasını, Halikını ve ümmeti olmak mazhariyetini, her an her zerresi ile yaşadığı, Peygamberini hoşnut edecek şekilde değerlendirmiş bir müstesna kul olarak Huzur-u Îlâhî’ye intikal eder.
Vefatının vuku bulduğu yıl 1924, ay Teşrîn-i Evvel (17 Ekim 1924 ) ve mekân Harput’tur. İnsan denilen muazzez varlığın ulviyet, şeref ve yüceliğini; hakîkî mâniada insan olabilmenin, yolunu ve usulünü bildirebilmek yolunda, bütün bir ömrünü kendilerine vakfettiği binlerce insanın omuzlarında, fâni bedeni Harput’un Meteris Kabristanına taşınırken; azîz Ruh’u bir ömür boyu aşk’ı ile yandığı Varlığ-ı İlâhîye ve Rûh-u Peygamberî’ye kavuşur.
Kabr-i Saâdeti’nin üzerine daha sonra bir türbe yaptırılmış ve kabir taşına şu mısra’lar yazılmıştır:
Erzurûmî Şeyh Bedreddin Efendi kim bu zât, Sâha-i irşâd’da bir Pîr-i pür temkîn idi.
Etti vaktâ ki üfûl ol Pîr-i Peygamberzemîr, Rûmî üçyüz kırktı, târih evvel teşrin idi.
Osman Bedrüddin Hazretleri, Doğu Anadolu’da kendisini tanıyan veya mübarek ismini duyan binlerce kişiden aldığı mektupları bir bir cevaplandırmayı da katiyyen ihmal etmemiş ve lütfedip gönderdikleri bu cevaplardan 400 kadarını Gülzâr-ı Sâminî ismi altında bir araya getiren bir de Mektûbât’ı mevcuttur.
Aynı hakikatleri dile getirdiğini düşünerek, “Gülzâr-ı Sâminî- Sohbetler” ismiyle sunulan bir diğer eseri daha bulunmaktadır. Bu eser marifet yayınları uhdesinde iken tüm maddi ve manevi haklarıyla beraber telif, yayın ve dağıtım hakları “Hâcegân Vakfı Yayınları” na devredilmiştir. 6. Baskısı 2024 yılında yapılan bu eserde; hazretin taburda yaptığı sohbetlerin yine taburda görevli subaylar tarafından tutulan el notlarından oluşturulmuştur.
Ayrıca Osman Bedrüddin Hazretlerinin, Edebiyat ve Şiirimize vukûfiyetini, “Arûz”u kullanıştaki ustalığını, muhtevâsı ile de “Ma’rifetüllah ve İlm-i ledün” gibi tasavvufi konulardaki temkin ve vüs’atini aksettiren şiirlerinden vücut bulmuş biri “Dîvân ’i da mevcuttur.
Osman Bedrüddin Hazretleri, dünyada hatıra olarak Nureddin ve Ziyâeddin isimli iki oğul bırakmıştır. Bunlardan Ziyâeddin Beyefendi Elâzığ Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğinden emekli olarak Elâzığ’da yaşamıştır.
Birkaç sahife içerisinde, kısa kısa temas ederek çok küçük bir özet halinde buraya aldıklarımızla birlikte, O’nun sohbet-i seniyyelerine ait tutulmuş bütün buyruklarından devşirebileceğimiz hayati noktaları birleştirir ve maddeleştirmeye çalışırsak; aşağıdaki ölmez prensiplere ulaşmamız mümkündür. Şüphesiz ki bu prensipler, dünyevî hayatımızın heder edilmeden değerlendirilebilmesi mevzuunda, her zaman ve mekânda, her insan için geçerlidirler.
- Bütün mükevvenâtın yaratılış sebebi insan dır ve Cenâb-ı Hakk herşeyi insan için yaratmıştır.
- “Ben bir gizli hazîne idim, bilinmekliğime muhabbet ettim” Kudsî hadîsin ışığında, anlıyoruz ki, insan da Allah, Kendisinin en üst seviyede bilinmekliği için yaratmıştır.
- İlâhî beyanla da tasrih edildiği üzere insan, muhakkak ki Allah’ın en müstesna ve en büyük eseridir. Maddesi ile de manası ile de hiçbir varlıkla kıyaslanamayacak kadar müstesna yaratılmış olan insan, bütün Kâinatın özüdür, kalbidir; Kâinat O’nunla can, mana ve renk kazanır.
- Ancak, yukarıdaki üç maddede zikredilen insan; Allah’ımızın, mahlûkatın en şereflisi olarak, “ahsen-i takvim üzere” yarattığı beyan buyurduğu ve yeryüzünde kendisine halife olmaya hak ve liyakat kazanmış olan Hz. insandır.
- İşte bu mâniadaki irşadın mutlak ve müşahhas numunesi olan, Allah’ın sevgilisi, Kâinatın Efendisi Muhammed’in ﷺ, şu Âlem Sahnesinde görünmesi iledir ki (Mutlak Hakikat) e ait şaşmaz ölçüler bize intikal etmiştir.
- Bu itibarla hakîkî manada insan ve İslâm olabilmenin, yaratılış gayemize uygun hayat sürmenin, korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail olmanın tek cümle ile Dünya ve Ötesinde Hak ve Hakikate, kurtuluş ve Saadet’e ermenin tek yolu ve çaresi: evvelâ o sembol ve örnek insanı, yâni Hz. Peygamber ﷺ Efendimiz Hazretlerini belli ölçüler içerisinde tanıyıp bilmek, sonra da bu bilişin verdiği imkân ve müsaade nispetinde O Muazzez Varlığı sevip, O’na yakîn olabilmektir.
- Çünkü, böyle bir biliş ve bu yolla O’na yakîn oluş, ayni zamanda Hâlikımızı da bilmenin, bulmanın, ve tarifsiz bir sevgi ve muhabbet yoluyla, ‘Varlığ-ı İlâhîye erme’nin tek yolu ve tek çaresidir. Fahr-i Kâinat Efendimizi biliş ve O’na muhabbetten geçmeyen bir yolun, bize Allah’ımızı bildirmesi ve bizi O’na kavuşturması da mümkün değildir.
- Tasavvuf ise talip olanlara, hakîkî manada insan olabilme sanatını öğretip, öğrettikleri ile eğiten; muhabbet yoluyla, (biliş-buluş-oluş) safhalarından geçirmek suretiyle, bizi, ilk merhalede Peygamber ﷺ Efendimize, nihai plânda ise Allah’ımıza ulaştıran, bir eğitim sisteminin adıdır.
- Bu sistemin icaplarını kişinin kendi kendine öğrenmesi ve İfa eder hâle gelmesi mümkün değildir. Böylesine hayâti bir konuda, özel bir şekilde eğitilerek insân-ı kâmil hâline gelmiş, topyekûn bütün insanlığa tek ve mümtaz bir numune olan Hz. Peygamber ﷺ Efendimizin Ahlâk-ı Muhammedi’si ile tehalluk etmiş ve talip olanlara da kendisi gibi olabilmenin yollarını göstermeye memur ve vazifeli kılınmış, bir hakîkî mürşid’e, bir manevi mürebbîye mutlaka ihtiyaç vardır.
- İşte ancak vazifeli kılınmış böyle bir mürebbinin taht-ı terbiyesinde insan, yaratılışındaki gâyeyi tahakkuk ettirerek; meleklerden muazzez, ulvî ve yüce bir varlık olabilmenin, Allah’ını bilmenin, bulmanın ve O’na ermenin yoluna girer ve dolayısıyla, kendisini yaratan varlığın huzuruna, O’nu hoşnut edecek bir hüviyetle çıkmanın şuur ve idrakine ulaşır.
Böylece, kifayetsiz yüzme bilgimiz ve mecalsiz kulaçlarımızla içine dalmaya cüret ettiğimiz; satır ve sahifeler boyu, enginlerine doğru sefer etmeye çalıştığımız, Osman Bedrüddin Hazretlerinin örnek şahsiyet ve sohbetleriyle temas buyurduğu hakikatler ummanından, sizlere birkaç damlacık olsun bilmem aktarabildik mi? Bu noktadaki aczimizi müdrikiz. Ancak O’nun varlığı ummanından birkaç damlacık olsun aktarabilmiş isek, bahtiyarlığımız için sâdece bu kâfi gelecektir.
Çünkü Hz. Mevlânâ’nın da bir vesile ile beyan buyurduğu veçhile, bu konuda “deryâ”, “damladan” uzak değildir. Hakikatin hâlis talipleri için her damla, ait olduğu Deryâ’yı içinde taşır. Cenâb-ı Hakk’tan idrakimize bu istidadı lütfetmesini niyaz eyliyoruz [1].
Hâcegân Vakfı Genel Sekreterliği
[1] Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler, Hâce Osman Bedruddîn ERZURUMÎ, 6. Baskı, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2024.; Yazıların ve Kitabın tüm telif ve yayın hakları Hâcegân Vakfı Yayınlarına aittir. İzinsiz veya atıf yapılmadan kullanılamaz.
Atıflar aşağıdaki gibi yapılmalıdır:
1-Hâce Osman Bedruddîn ERZURİMÎ, Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler, 6. Baskı, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2024.
2-ERZURİMÎ, Hâce Osman Bedruddîn; Gülzâr-ı Sâminî Sohbetler, 6. Baskı, Hâcegân Vakfı Yayınları, Ankara 2024.